Akhilleus, artık kendi sonunun da gelmiş olduğunu biliyordu. Hektor ölmüştü, sıra kendisindeydi. Ama ölmeden önce son kere, yiğitçe çarpışıp bir ünlü, düşmanını daha Hades’e gönderdi. Habeş Prensi Memnun, ordusuyla birlikte Troiahların yardımına gelmişti. Bundan cesaret alan Priamos’un askerleri, Yunanlıları yine püskürtmeye başladılar, Akhilleus’un birçok arkadaşı, bu arada yaşlı Nestor’un tez-ayaklı oğlu Antilokhos, Troialıların elinde can verdi, ölüm düşüncesi Akhilleus’u kendinden geçirmişti zaten. Ünlü komutan, askerlerini alıp yeniden şehre saldırdı. Bu kere karşısında Memnon’u buldu. Uzun uzun çarpıştılar; sonunda Akhilleus, yiğit düşmanını öldürdü. Bundan yüreklenen adamları, Troialıları surlara kadar kovaladılar. İşte ne olduysa o anda oldu. Şehrin surlarından bir ok fırlattı Paris. Apollon oku tutup Akhilleus’un topuğuna götürdü, oraya saplandı, ölüm yarası almıştı Akhilleus, yere düştü.
Thetis, bir oğlu olunca, onu ölümsüz yapmak için Styks ırmağına batırmıştı. Styks’in sularında kim yıkansa, gövdesine ne ok, ne de mızrak işlerdi. Yalnız bir şey unutmuştu Thetis, bebeği topuğundan tutup suya batırdığını… Su, Akhilleus’un topuğuna değmemiş, orayı eskisi gibi bırakmıştı. Paris’in attığı ok, ünlü kahramanın tam topuğuna saplanınca, Akhilleus öldü.
Odysseus, Troialılarla savaşırken Aias, arkadaşının ölüsünü Yunan çadırlarının bulunduğu yere götürdü. Orada büyük bir ateş hazırlayıp Akhilleus’u yaktılar. Kemiklerini de arkadaşı Patroklos’un kemiklerinin bulunduğu kaba koydular.
Thetis’in oğluna getirmiş olduğu zırh, Aias’ın ölümüne sebep oldu. Yunan komutanları, Akhilleus’un öldüğü gece toplanarak, zırhın kime verileceğini kararlaştırdılar, iki aday varili ortada. Biri Odysseus, öteki de Aias’tı. Gizli oyla Odysseus seçildi, Hephaistos’un hazırlamış olduğu değerli zırh Ithaka kiralına verildi. Aias çok kızdı bu karara. Menelaos ile Agamemnon’u öldürmeyi aklına koydu. O gece iki kardeşin çadırına girdi kimseye görünmeden. Tam kılıcını çekerken tanrıça Athena, onu çıldırttı. Aias, biraz ileride duran koyunları asker sanarak üstlerine saldırdı. Bir kısmını öldürdü. Kocaman bir koçu yakaladı, “Odysseus, öcümü alacağım senden,” diyerek zavallı hayvancağızı bir direğe bağladı, kırbaçlamaya başladı.
Bir süre sonra kendine gelince, yapmış olduğu çılgınlığın farkına vardı. Çevresine bakarak, “Ne suçu vardı bu hayvanların?” diye mırıldandı. “Artık ne ölümlüler seviyor beni, ne de ölümsüzler. Bu durumda, yalnız korkaklar sürdürür yaşamalarını. Hiç olmazsa soylu bir biçimde öleyim.”
Kılıcını çekerek kendini öldürdü. Yunanlılar, yakmadan gömdüler ölüsünü. İntihar edenler yakılmazdı. Akhilleus’un hemen arkasından Aias’ın da ölmesi, Yunanlıların umutlarını kırar gibi oldu. Bakıcıları Kalkhas, ‘‘Troialılar arasında geleceği bilen bir bakıcı var,” dedi bir gün; “adı Helenos. Onu buraya getirin. Ne yapmanız gerektiğini söyler.”
Bunun üzerine Odysseus, gidip Helenos’u tutsak etti. Ünlü bakıcı, “Herakles’in oklarıyla yayını buraya getirmezseniz, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Troya Savaşında Troia’yı düşüremezsiniz,” dedi.
Herakles, ölürken oklarıyla yayını Philoktetes’e vermişti. Philoktetes, Yunanlılarla birlikte Troia’ya yürümüş, ama kurban kesmek için inilen bir adada, ayağını sokan bir yılan yüzünden arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Daha doğrusu, Philoktetes’in iyileşmez bir yara aldığını gören arkadaşları, onu Lemnos’ta tek başına bırakıvermişlerdi. Soylu bir davranış değildi bu; ama ne yapsınlar, bir an önce Troia’ya varmak istiyorlardı. Aksi gibi, ‘eskiden, Altın Post’-un aranışı sırasında, bir sürü kadının yaşadığı Lemnos’ta şimdi kimsecikler yoktu.
Komutanlar düşünüp taşındılar; Philoktetes’i kendi yanlarına getirmeye karar verdiler. Ama küskündü Philoktetes, gelmezdi ki… Yunanlılar, içlerinden en akıllısını, Odysseus’u, Herakles’in oklarıyla yayını alıp getirmesi için Lemnos’a yolladılar. Yanına da Diomedes’i verdiler. Bazıları, Odysseus’la birlikte giden Yunanlının Diomedes değil de, Akhilleus’un oğlu Neoptolemos olduğunu söylerler.
Odysseus, Herakles’in oklarıyla yayını Philoktetes’ten çaldı. Tam adadan ayrılacakken, bir yaralıyı tek başına silâhsız bırakmaya gönlü razı olmadı. Dönüp kandırdı Philoktetes’i, Yunanlıların yanma götürdü. Orada, yılan sokmasından anlıyan bir bilgin, yaralı komutanı iyileştirdi. Ayağa kalkar kalkmaz savaşa katıldı Philoktetes, attığı ilk okla da Paris’i yaraladı.
Ağır bir yara alan Paris, bin güçlükle arkadaşlarına, “Beni Ida dağına götürün,” dedi. “Orada eski sevgilim, Oinone var. Bir zamanlar, her yarayı iyileştiren bir ilâç olduğunu söylemişti kendisinde. Belki beni de iyileştirir.” Arkadaşları Paris’i alıp Ida dağına götürdüler. Oinone’yi bulup Troialı delikanlının yanma getirdiler. Nymphe, Paris’e küskündü.
Ölüm döşeğinde bile bağışlamadı onu; ilâcını vermedi. Paris ölünce de gidip kendini öldürdü. Zaten pek öyle yiğit bir savaşçı değildi Paris; ölümünün Troialılara zararı dokunmadı. Sonunda Yunanlılar, Troia’da Pallas Athena’nm bir heykeli bulunduğunu, o heykel kaçırılırsa, Priamos’un askerlerinin bozguna uğrayacağım öğrendiler. Odysseus İle Diomedes, gizlice şehrin surlarından sızıp heykeli çaldılar. Ama bu da, kendilerinin savaşı kazanmalarını sağlayamadı.
Yunan komutanları baktılar ki, bu savaş böyle sürüp gidecek, bir toplantı yaparak çıkar yol aramaya koyuldular. “On yıldır buradayız,” dedi bir komutan, “savaşı kazanamadık. Troia’yı ya akıl yoluyla elde ederiz, ya da çekip gideriz. Artık böyle çarpışmanın anlamı kalmadı.”
Odysseus, “Ben Troia’mn nasıl elde edileceğini biliyorum,” dedi. “Tahtadan kocaman bir at yaptıralım. Atın içine bazı komutanlar saklanalım. Geri kalan askerler gemilerine binip buradan uzaklaşsınlar. En yakın adanın arkasında saklansınlar. Troialılar, savaşı kazanmaktan umudumuzu kesip ülkemize döndüğümüzü sanırlar. Yalnız bir kişi bırakalım geride. O da, Troialılara armağan olarak bu tahta atı bıraktığımızı söyler. Troialılar şehrin içine alırlar atı. O gece, saklananlar gizlice çıkıp şehrin kapılarını açarlar. Adanın arkasında saklanmış askerlerimiz de gelip Troia’ya girerler. Kazansak kazansak ancak böyle kazanabiliriz savaşı.”
Önce bunu kabul etmek istemedi komutanlar; ama Odysseus hepsini kandırmasını bildi. Kocaman bir at yapıldı. İçine ünlü komutanlar girdiler. Sonra Yunanlılar tahta atı Troia surlarının önüne bırakarak gemilerine binip gittiler.
Troialılar önce akıl erdiremediler bu işe. Bu koca at da ne oluyordu? Düşmanları neden ülkelerine dönmüşlerdi böyle? Artık savaşı bırakmışlar mıydı? Kuşkuyla kıyıya gittiler. Çadırlar sökülmüştü. O sırada Yunanlı Sinon çıktı ortaya. Ağlayarak artık kendisinin Yunanlılardan yana olmadığını söyledi. Odysseus’un öğrettiği gibi konuştu:
“Pallas Athena, heykelinin çalındığına kızdı. Yunanlılar, tanrıçanın kızgınlığını yatıştırmak için bakıcıya akıl danıştılar. Athena da, ancak bir Yunanlı kendisine kurban edilirse, kızgınlığının geçeceğini söyledi. Komutanlar da beni seçtiler.
Ne yapayım, gece olunca kaçtım. N’olur, beni Agnrnernnon’in askerlerine vermeyin, ne isterseniz yaparım.
“Ya bu tahta at ne oluyor?” diye sordu Troialılar.
“O da Athena’ya bir sunu,” dedi SInon. “Yunanlılar yaptı. Sizin şehrin surları önüne bıraktı. Bu kadar kocaman bir atı içeri alamayacağımızı, kırıp kaçağınızı sanıyorlar. Böylece Athona’nın öfkesini üstünüze çekermişsiniz.”
Troialı rahiplerden Laokoon, “Aman, atı sakın içeri almayın,” dedi. “Bana bu işin içinde bir iş var gibi geliyor. Yunanlıların armağanları bile tehlikelidir.”
O sırada Poseidon, iki yılan gönderdi denizden. Yılanlar Laokoon ile oğullarını herkesin gözü önünde yuttu. Bunun üzerine, Trolalılar, atı içeri almazlarsa tanrıların çok kızacağını anladılar.
“Alın içeri tahta atı,
Athena’ya götürün,
Zeus’un kızına armağan olsun”
Bütün gençler koşmaya başladı,
Evlerinden fırladı bütün yaşlılar;
Şarkılarla, sevinç çığlıklarıyla ölümü
Troia’ya aldılar.
O gece, herkes uykuda olduğu zaman, Yunan komutanları gizlice attan çıkıp şehrin kapılarım açtılar. Hazır bekleyen askerler, Troia’ya girip bütün yapıları ateşe verdiler. Korkudan sokağa fırlayan gençleri, yaşlıları, kadınları, çocukları kılıçtan geçirdiler. Trolalılar arasında yiğitçe çarpışanlar, canlarını pahalıya satmak isteyenler de oldu, ama boşuna… Oluk gibi kan aktı sokaklardan. Sonunda Yunanlılar, kral Priamos’un sarayına girdiler. Kral, avluda kadınlar ve çocuklarla ölümünü bekliyordu. Akhilleus, kiralın canını eskiden bağışlamıştı. Ama Akhilleus’un oğlu, herkesin gözü önünde yaşlı Priamos’u öldürdü.
Çarpışmalarda, yalnız bir tek Troialı komutan, Aineias canını kurtarabildi. Aineias, karısını, yaşlı babasını, bir de çocuğunu kaçırmak için evine koştu. Tanrıça Aphrodite, kendisini koruyordu. Evine gidince karısının ölmüş olduğunu gördü Aineias; babasıyla çocuğunu alarak Troia’dan kaçtı.
Aphrodite, Helena’nın da ölmemesini sağladı. Kurtulur kurtulmaz kıyıya koftu Helena, orada kocası kendisini karşıladı. “Hiç üzülme” dedi Menelaos, “seni birlikte götüreceğim.”‘
Sabah olduğu zaman, Aeya’mn en zengin şehri Troie’nın yerinde yeller esiyordu. Bir avuç kadın kalmıştı geride. Onlar da tutsak olarak Yunanistan’a götürülmelerini bekliyorlardı. İçlerinde en yaşlısı, kraliçe Hekabe idi. Priarnoe’un karısı, yere çökmüş, kendi kendine mırıldanıyordu:
Bütün acılar gelip beni buldu.
Ne kocam kaldı arkada, ne çocuklarım
Sarayımı yaktılar,
Ülkem yerle bir oldu.
Çevresindeki kadınlar da yaslıydılar:
Biz de acı çekiyoruz senin kadar.
Biz de bundan böyle tutsağız artık.
Çocuklarımız bağırıp sesleniyor:
“Anne, yalnız kaldım buralarda” diye
Karanlık gemilerle götürüyorlar beni,
Beni göremiyorum, anne” diye.
Kadınlardan yalnız Andrornakhe’nin oğlu sağ kalmıştı. Hektor’un kanat, kendi kendine, “Oğlum daha pek küçük; herhalde onu öldürmezler,” diye düşünüyordu ki bir haberci geldi yanma. Konuşurken üzüntülü olduğu belliydi;
Oğlun ölecek birazdan
Surlardan atacaklar onu.
Düşün, tek başınasın,
Tutsaksın, kimsen yok,
Cesur bir kadın gibi davran.
Habercinin dedikleri doğruydu. Kimi kalmıştı ki Andromakhe’nin:
Ağlıyor musun oğlum, ağlama.
Bilmiyorsun, neler bekliyor seni.
Nasıl düşeceksin, her yanın
Nasıl parçalanacak, bilmiyorsun,
Öp beni, bir daha öpemezsin.
Yaklaş yanıma biraz, öp anneni,
Seni doğuran, seni seven anneni.
Küçük kollarını dola boynuma,
Öp beni, öp dudaklarımdan beni.
Daha savaşın ne olduğunu bile bilmeyen çocukcağızı alıp, surlardan aşağı attılar. Kadınlar yavaş yavaş yolculuğa hazırlanmaya başladılar:
Troia yok artık, o yüce şehir yok.
Artık alevler kaldı yalnız arkada.
Tozlar yükseliyor,
Toz mu bu, duman mı yoksa
Hoşça kal çocuklarımızın doğduğu ülke,
Hoşça kal yüce şehir, yüce Troia.
Şimdi Yunan gemileri bekler kıyıda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.