Kadmos’un üçüncü göbekten torunu olan Thebai kralı Laios, akrabalarından İokaste ile evliydi. Onların egemenliği süresince, Apollon’un Delphoi’deki tapmağı büyük bir önem kazanmıştı. Doğruluk tanrısıydı Apollon, bakıcılarının her dediği çıkardı. Ama kral Laios, kendisinin bir gün oğlu tarafından öldürüleceğini öğrenince, kadere meydan okumaya karar verdi. Yeni doğan çocuğunu, ayaklarını sıkı sıkı bağlattıktan sonra, ölmesi için ıssız bir tepeye bıraktı. Artık korkmuyordu, geleceği tanrılardan daha iyi bildiğine inanıyordu. Neyse ki, sersemliği yüzüne vurulmadı. Kendisine saldıran adamın bir yabancı olduğunu sandı. Ne bilsin Apollon’un doğru söylediğini?
Can verdiği zaman evinden uzaklardaydı Laios. Yanındaki nöbetçilerle birlikte, haydutlar tarafından öldürüldüğü haberi saraya ulaştırıldı. Pek üstünde durulmadı bu olayın. Thebai o günlerde büyük bir tehlike içindeydi. Gövdesi, uçan bir aslanın gövdesine benziyen, kadın göğüslü, kadın yüzlü Sphinks adlı korkunç bir canavar, ortalığı kasıp kavuruyordu. Şehre giden bütün yollan tutmuştu. Elene her geçirdiğine bir bilmece soruyor, bilirse bırakacağını söylüyordu. Ama kimse bilemiyordu bilmeceyi. Korkunç yaratık, sayısız insanı silip süpürdü, şehri öyle bir kuşattı ki, kimse dışarı çıkamaz oldu; açlık baş gösterdi. Thebai’nin yedi büyük yapısı, şehirlilerin üstüne kapandı.
İşler bu durumdayken yiğit, akıllı bir yabancı geldi şehre; adı Oidipus’du. Ülkesi Korinthos’u, babası kral Polybosü bırakıp buralara kadar gelmişti. Apollonün bakıcısı, bir gün kendi babasını öldüreceğini söylemişti ona. O da kral Laios gibi kadere karşı koymak istemiş, bir daha görmemecesine ayrılmıştı Polybos’tan. Tek başına dolaşırken yolu Thebai’ye düşmüş, olanları duymuştu. Yersiz yurtsuz, arkadaşı olmayan bir adamdı. Sphinks’in sırrını çözmeyi aklına koydu. Canavarın bulunduğu yere gitti.
“Söyle bakalım/’ dedi Sphinks, “sabahleyin dört, öğleyin iki, akşamleyin de üçayaklı olan yaratık kimdir?”
Oidipus, “însan,” diye karşılık verdi. “Çocukken elleriyle, ayaklarıyla emekler; büyüdüğü zaman dimdik yürür; ihtiyarlayınca da bir değneğe dayanır.”
Cevap doğruydu. Sphinks dayanamayarak kendini öldürdü. Neden öldürdüğü bir türlü anlaşılamadı; ama öldürmüştü ya… Thebai’liler, kurtarıcılarını kıral yapıp eski kralları Laios’un karısı Iokaste ile evlendirdiler. Galiba Apollon yanılmıştı bu kere.
Kralla kraliçenin iki oğlu büyüyüp de birer delikanlı oldukları zaman, Thebai veba salgınına uğradı. Kıtlık da baş-gösterdl üstelik. Hastalıktan kurtulanlar, açlığın pençesine düşüyorlardı. Oidipus herkesten çok üzülüyordu bu duruma. O, kendini halkın babası gibi görüyordu. Bütün bu ölenler onun çocuklarıydı. Iokaste’nin kardeşi Kreon’u Delphoi’ye yolladı; tanrıdan yardım dilemesini söyledi ona.
Kreon iyi haberlerle döndü. Vebanın bir şartla duracağını söylemişti Apollon: kral Laios’u öldürenler cezalandırılmalıydı.
Aradan çok zaman geçmişti; yine de suçlular bulunabilirdi. Oidipus öyle sevindi ki, Kreon’un getirdiği haberi herkese duyurdu. Bu meseleyi çözmekte kararlıydı. Thebai’nin en saygıdeğer kişilerinden, ihtiyar, kör bakıcı Teiresias’a haber saldı. Suçluları o bulabilir miydi acaba? “Tanrıların aşkı için,” diye yalvardı Oidipus, “eğer biliyorsan söyle.” “Sersemler,” dedi Teiresias; “hepiniz sersemsiniz. Cevap vermeyeceğim.” Ama Oidipus onun da bu cinayette parmağı olduğunu, bu yüzden konuşmadığını söyleyecek kadar ileri gidince, bakıcı büyük bir öfkeye kapıldı, söylemek istemediği sözler ağır ağır döküldü dudaklarından
“Aradığın suçlu kendinsin.”
Oidipus, ihtiyarın çıldırdığını sanıp onu kovdu, gözüne görünmemesini buyurdu bir daha.
Iokaste de inanmamıştı bu sözlere. “Bakıcılar öyle her şeyi bilmezler,” dedi.
Sonra kocasına, Delphoi’deki bakıcının dediklerini anlattı buna engel olmak için kendi çocuklarını nasıl öldürttüklerinden söz açtı. “Zaten Laios’u, Delphoi’ye giden üç yolun birleştiği yerde haydutlar öldürmüştü,” dedi.
Oidipus, tuhaf bir bakışla süzdü karısını. Yavaşça, “Ne zaman oldu bu?” diye sordu.
“Sen Thebai’ye gelmeden az önce,” dedi Iokaste.
‘“Kaç kişi vardı kiralın yanında?”
“Hepsi beş kişiydiler, öldürüldüler. İçlerinden yalnız birisi, sağ.”
“O adamla konuşmalıyım,” dedi Oidipus. “Söyle, çağırsınlar.”
“Çağırtayım,” dedi Iokaste; “yalnız aklından neler geçiyor, bilmek istiyorum.”
“öğreneceksin,” diye mırıldandı Oidipus. “Buraya gelme den önce, birisi, Polybos’un öz oğlu olmadığımı söylemişti bana. Ben de Delphoîe’ye gittim. Tanrı bu konuda konuşmadı. Yalnız korkunç şeyler söyledi… Babamı öldüreceğimi, annemle evleneceğimi, herkesin yüzlerine bile bakmaktan çekineceği çocuklarım olacağım söyledi. Korinthos’a dönmedim bir daha. Delphoi’den ayrılırken, üç yolun kavuştuğu yerde karşıma bir adam çıktı. Yanında da dört nöbetçi vardı. Beni yolumdan çevirmeye çalıştı, başıma elindeki değnekle vurdu. Ben de kızıp onları öldürdüm. Sakın o adam Laios olmasın?”
“Ama sağ kalan nöbetçi, ‘Karşımıza haydutlar çıktı,* demişti.
Onlar böyle konuşurlarken, Apollon’un yanılabileceği iyice anlaşıldı. Korinthos’dan gelen bir haberci, Polybos’un öldüğünü haber verdi Oidipus’a.
“İşte,” diye haykırdı Iokaste, “tanrının söyledikleri yanlış değilmiş de neymiş? Adamcağızı oğlu öldürmedi ki”
Haberci bilgiç bilgiç gülümseyerek, “Ey kral,” dedi, “sen babanı öldürürsün diye mi kaçtın Korinthos’dan? Öyleyse yanılmışsın. Korkacak bir şey yoktu. Polybos’un öz oğlu değildin ki sen. O, kendi oğlu gibi sevdi seni, büyüttü; ama seni ona ben vermiştim.”
“Nerede bulmuştun beni?’’ diye sordu Oidipus. “Annemle babam kim?”
“Bilmiyorum,” diye cevap verdi haberci, “bir çoban vermişti seni bana. Laios’un uşaklarından biri.”
Iokaste bembeyaz olmuştu. “Bu adamın söylediklerine ne bakıyorsun?” diye bağırdı. “Ne önemi var dediklerinin?’’
Sesi öyle öfkeliydi ki, Oidipus onun ne demek istediğini anlayamadı. “Babamla annemin kim olduklarının önemi yok mu?” diye sordu.
“Tanrılar aşkı için sus artık,” dedi kraliçe, “çektiğim yeter.” Sonra hıçkırarak saraya doğru koştu.
O sırada ihtiyar bir adam geldi Oidipus’un yanma. İhtiyarla haberci garip bakışlarla birbirlerini süzdüler. “İşte bu adam, kıralım” diye haykırdı haberci. “Seni bana veren çoban bu.”
Oidipus, “Ya sen bu adamı tanıyor musun?” diye sordu ihtiyara.
İhtiyar karşılık vermedi; ama haberci durmadan üsteliyordu. “Nasıl hatırlamazsın?” diyordu. “Hani bir çocuk vermiştin bana. O çocuk bu kral işte.”’
“Lanet olsun,” diye mırıldandı ihtiyar. “Sus artık.”
Oidipus kızmıştı. “Ne?” dedi, “öğrenmek istediğim şeyi benden gizlemek için onunla işbirliği yapıyorsun, ha? Ben seni konuşturmasını bilirim.”
“N’olur bir şey yapmayın bana,” diye inledi ihtiyar. “Evet, seni ona ben verdim; ama tanrılar aşkı için başka soru sormayın.”
“Beni nerede buldun diyorum, sana!”
İhtiyar, “Karma sor,” diye haykırdı. “O anlatsın.”
“Beni sana o mu verdi?” dedi Oidipus.
“Evet, evet,” diye inledi ihtiyar. “Seni öldürmemi söylemişlerdi. Bakıcılara göre…”
“Babamı, öldüreceğimi mi söylemiş bakıcılar?”
İhtiyar, “Evet,” diye söylendi,, “öyle demişler.”
Acı bir çığlık attı kral. Sonunda gerçeği anlamıştı. “Hepsi doğruymuş! Aydınlığım karanlığa dönecek şimdi. Lânetlendim!”
Babasını öldürmüş, öz annesiyle evlenmişti bir kere. Ne kendisi, ne karısı, ne de çocukları için hiç umut kalmamıştı. Hepsi lânetlenmişlerdi.
Sarayda deli gibi annesini aradı Oidipus. Odasında buldu onu. Gerçeği anlayınca Iokaste, kendini öldürmüştü. Onun yanında durdu Oidipus, aydınlığını karanlığa çevirdi: kendi elleriyle gözlerini çıkardı. Körlüğün kara dünyası, sığınabileceği bir yerdi hiç olmazsa. Bir zamanlar o kadar parlak olan dünyayı utanç dolu gözleriyle görmeyecekti artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.