31 Mart 2016 Perşembe

Viyana Kuşatmasından Bir Kare

Selanik Alaybeyi Rumeli kethüdalığına ve Sadrazamın vardacısı Selanik alay beyliğine tayin edilip her ikisine de orta dereceden hilat giydirildi.


Hersek Sancakbeyi Mustafa Paşa /erzak sağlamakla görevlendirilip Budun a gönderilmişti. Bugün erzakı orduyu hümayuna getirip kendisine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi.


Öğle zamanı Zağarcı kolundaki İslâm savaşçıları bir püskürme lağım patlattılar. Çok etkili oldu. Hersek Beylerbeyiyle birlikte Alman büyükelçisi de geldi. Zamanında Devlet-i Aliyye’ye gelmiş, sefer açılınca Esseg üzerinden Buduna getirilerek kaleye hapsedilmişti. Şimdi de Budun’dan ordu-yu hümayuna gelmiş bulunuyordu. İstanbul’da bulunduğu sırada yeniçeri ağasının evinde kendisine, Yanık kalesi teslim edilirse barış tazelenir ve dostluk şeraiti güçlendirilir, denilmişti.


O zaman bu kendini beğenmiş kerata, görülmemiş bir kibirle “Kaleler kılıçla alınır, boş lafla hiç bir kale ele geçirilmez!” diye yakışıksız karşılıklar vermişti. Bu defa Viyana’ya gelirken yol üzerinde çapulcu Tatarlarla gökte yıldız misali sayışız İslâm askeri tarafından kül yığını haline getirilmiş sağlı sollu kasabaları, köyleri, kale ve palankaları dehşetten açılmış gözleriyle seyredince duyduğu pişmanlıktan yüreği cehennem ateşinin aleviyle kavruldu.


Ağlamaktan gözleri kızardı. Istıraptan göğsüne çiviler saplandı. İçini çekip yakınarak “Eyvah!” diye bağırdı. “Yüz kere eyvah! Yanık gibi bir sürü kale verilseydi.


getirdiler. Ancak sipahi serdengeçtllorl da birlikte gelip tutsakların ellerinden zorla alındığım, sbyloynrtık şikâyette bulundular. O zaman civanmert Sadrazam lütuf ve İhsanını İkiye bölüp her İki tarafa da verdi Tutsaklardan yaralı olanı, sorgusu sırasında gâvurların büyük bir yokluk ve kıtlık sıkıntısı İçinde bulunduklarını söyledi. Bu yaralı tutsak cerraha, ötekisi cellada teslim edildi.


Bundan sonra Sadrazam metrislere gidip kendi gözüyle İncelemek üzere galerilere girdi. Hendek ve tabyaları İyice gözden geçirip orda duran gazilere bol bol altın dağıttı. Arkasından geriye dönüp kendi tabyasında kaldı.


Az önce sözünü ettiğimiz lağım patlatılmasından sonra Zağarcı kolu hendeklere girdiler. Gâvurlar bu hendeklerden kaçıp kendi tabya ve kale metrislerine çekildiler. Ancak metrislerdeki istihkâmlara top yerleştirip aralıksız ateş açtılar. Fakat gâziler, Allahın yardımıyla siperlerini sabaha kadar tahkim edip güçlendirdiler ve bütün gayretleriyle tabyaya karşı adım adım ilerlemeye koyuldular.


Öğle namazından sonra bir casus yakalanıp getirildi. İnkâr yoluna saptığından konuşturulması için Serçeşmeye teslim edildi. Getirilen başka bir tutsak ova halkındandı ve kayda değer hiç bir şey bilmiyordu. O da aynı şekilde Serçeşmeye teslim edildi.


Alman büyükelçisinin yanma dilediği yere kadar eşlik etmek üzere Divan Çavuşu verildi. Büyük Elçi ne mektup ne de sözlü bir haber götürmüyordu. Antısıyla felakete Uğramış Kayzerine anlatması gerekecek.


Batthyarayi’nin Sadrazam için yolladığı yüz araba arpa başka erzak geldi. Aynı anda Stuhlweisenburg sşncak beyinden bir ulak gelip mektup getirdi. Akşamüzeri Zağarcı kolunda^ bir püskürme lağım atılıp oldukça büyük bir alan temizledi. Ancak burda hendeklere girilmedi.


Güneş batımından sonra top, tüfek ve bombalarla zorlu bir savaşa tutuşuldu. Elhamdülillah, bizimkiler sabaha kadar tabyanın yanma dek ilerleyerek oraya bir lağım yerleştirdiler. Macar Kralının güvenilir adamı gelip, Kornom adasındaki bütün gâvurların kaledekiler hariç, kendisine boyun eğmiş olduğu müjdesini getirdi.


10 Ağustos Salı


Sabahleyin bizimkiler tabyanın dibine kadar ilerleyip bir lağım hazırlığına giriştiler. Türkçe metinde bu cümle birkaç kelimenin eksilmesiyle bozulmuş bir haldedir. Bu kelimelerin daha sonra yanlışlıkla atılmış olması da mümkündür. Kont Albrecht Caprara’nın bu önemli elçiliğinin macerası sekreteri Giovanni Benaglia tarafından bilgi yanı çok zengin bir raporda anlatılmaktadır. Çağdaş Osmanlı kaynaklarında büyük Schüttinsel hep bu şekilde ifade edilmektedir.


Adadaki ordugâhlarından gelerek develeri götürmek istemiş olan gâvurlardan iki tanesi yakalanıp Sad-razamın huzuruna getirildi. Sorguya çekildikten sonra Serçeşmeye teslim edildiler.


Sadrazam sabahleyin Zağarcı kolundaki metrislere gitti. Galeri ve lağım açmak hizmetinde gösterdikleri gayretten ötürü yeniçeri ve sipahi serdengeçti ağalarıyla serdengeçtilere hayli altın dağıttı. Bir süre Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa’nın tabyasında kaldıktan sonra kendi tabyasına döndü.


Hüseyin Paşa cephane ve savaş gereçlerinin bol olmadığından ve hatta günlük ihtiyacı bile karşılamadığından yakınması üzerine Sadrazam uzağı gören bilgeliğiyle şöyle bir karara vardı: “Cebeci Başı Fazlı Ağa yaralanarak hizmet göremez olduğundan devlet malının yönetimi söz konusudur ve o halde bu görevden bir an önce alınması gerekir. Böyle bir hizmetin görüleceği göreve de dürüst ve namuslu bir kimse getirilmelidir.’’ Sadrazamın böyle düşünmesi üzerine silahtar Ağası Abaza Siyavuş Ağa cebeci başlılığına tayin edildi. Kapıcılar Kethüdası Ali Ağa’ya silahtar Ağalığı teklif edildi. Kabul etmedi ve Sadrazamın iyilikseverliğini anlamayıp ayağına gelen kısmeti kaçırdı. Bunun üzerine Haznedar Haşan Ağa derhal Kapıcılar Kethüdalığına tayin edilip kendisine hilat giydirildi.


İkindi namazından sonra sol kolda Ahmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı, fakat gâvurlara büyük bir zarar vermedi. Yalnız domuz damını çökertti. Böylece de İslâm askerleri üzerinde çok yararlı bir etki yapmış oldu. Silahtar Ağalığı makamı Sadarazamın yakınlarından Dayı Ömer Ağaya verildi.

28 Mart 2016 Pazartesi

Yaradılış - Kâinatın Yaradılışı (Cosmogonie)

Türk Kozmogonisinde, dünya denilen âlemin türeyişi üzerinde daha etraflı durulmaktadır. Gökler ve gökler âlemi içinde güneş, ay, yıldızlar gibi tanrısal kudretlerin de yaradılışlarına çeşitli olaylar gösterilmekte, ayrı açılardan bakılmaktadır.


Bu büyük âlemlerin yaradılışları üzerindeki bir Sümer efsanesine bakılınca; (APS-su) denilen tatlı su ile (Tiamat) adında tuzlu suyu temsil eden dişi bir devden gökler ile yerler meydana geldiği, bundan sonra gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil, deniz tanrısı Ea. (Enki) nin yaratıldığı, bu üç tanrının da güneşi, ayı, yıldızları yarattığı görülür.


Bir efsaneye göre de; Kara Han (Kayra Han) suları, dünyayı, insanı yarattıktan sonra on yedi kat göğü yaratmıştır.


Aslı Sümer’lerden gelen (Enüma Elis) destanında görüldüğüne ve Keldanlı’ların bir açıklamasına göre, büyük tanrı Marduk, Tiamat’ı tutturdu. Vücudunu ikiye bölerek bir parçasını yukarı attı, bundan gökler, bir parçasını da aşağıya attı, bundan da yerler meydana geldi. Genel olarak, Türelerin yaradılış efsaneleri, yabancıların kozmogonileri ile de karıştırılmış görülmektedir.


Birkaç Yaradılış Efsânesi I


Aşağıdaki efsane ye göre sudan başka dünya üzerinde bir şey göze çarpmazken büyük tanrı Kara Han önce inşam yaratmıştır. önceleri yalnız büyük tanrı Kara Han vardır. Kara Han’ın karşısında sudan başka bir şey yoktur. Kara Han ilk insanı yarattı, ama bu insan hiyleci ve haindi. Sular üzerinde uçmaya başladı. Sonra Kara Han onun yaşaması için suların dibinden bir yıldız çıkardı, insana yıldızdan bir avuç toprak almasını, bunu suyun üzerine serpmesini bildirdi. İnsan yıldızdan bir avuç toprak aldı. Bir avuç ta gizlice kendisi için ayırdı, ağzına sakladı.


Kara Han’ın emri ile insan toprağı suyun üzerine serpti. Bu toprak büyüyerek ada oldu, öbür taraftan insanın ağzındaki toprak ta büyümeye, ağzına sığmamaya başladı. Ağzı parçalanacaktı. Kara Han bunu sezdi, ona: (Tükür!) dedi. O da tükürdü. Bundan da dağlar meydana geldi. Kara Han bu adaya bir çam dikti. Bu çamın dokuz dalı vardı.


Bundan sonra Kara Han bunları kendi haline bıraktı. Yukarda onvyedi kat göğü yarattı. On yedinci katta kendisi, on altıncı katta oğlu Ülgen oturdu. Yer altında yarattığı âlemde de Öbür oğlu Erlik’i oturttu. Şu Altay efsanesinde de; yine büyük tanrı ile sular vardır. Bunda da sudan başka, her şeyden önce bir beyaz kuğu kuşu görülür. Kuğunun, gagası ile suların altından çıkardığı toprak suların üzerine serpildi, karalar meydana geldi:


İkinci Efsane


Çnceleri yalnız büyük tanrı ile bir de su vardı. Tanrı suya bir beyaz kuğu kuşu gönderdi, bir ağız dolusu toprak getirmesini söyledi. Kuğu kuşu suya daldı, dibe indi. Oradan toprak aldı. Kuğu, suyun üzerine çıkınca toprağı üfledi. Bunlar toz halinde sulara düştü. Bu tozlar büyüyerek yayıldı. Topraklar meydana geldi. Bu topraklar düz bir alan halinde idi. Tanrı bu defa ikinci bir kuğu kuşu gönderdi. O da toprağı gagaladı. Bundan da dağlar, yükseklik ve derinlikler oldu. Bu arazi üzerinde bir bitki yoktu. Bu hal şeytanın hoşuna gitmedi. Şeytan da bataklıklarla ormanı yarattı. aşağıdaki efsânede de, tatlı ve tuzlu su her tarafı kaplamıştır: Tatlı su (Ap-su) adını almış, Tuzlu su da (Tiamat) adında bir dişi


dev olarak şahıslandırılmıştır. Tiamat, sonra erkek bir dev olan (Kingo) ile evlendi. Bundan sonra türemeler ve mücadeleler devam etti.


Üçüncü Efsâne


Tiamat, adındaki devin Kingo adında ikinci kocası vardı. Onlardan hatsiz hesapsız ifritler, cinler türedi. İyilik sever  Ap-su tanrıları da çoğaldıkça, âlemleri genişledi. Tiamat’ın âlemi de daraldı. Kendi mülkünün bu gidişle tükenmemesine çare olmak üzere, Tiamat, Ap-su’larla savaşa kalktı. Kocasını kumandan yaparak bütün ifritleri ona verdi. Ap-su tanrılarından Anşhar ile Ea bunlara yenilerek kaçtılar. Daha çok Keldan’lılar tarafından tertiplenerek (Emüna Elis) destanı denilen efsaneye göre, bütün tanrılar Ea’nın oğlu Maduk’u baş seçtiler’. O da fırtınaları, Rüzgârları, yıldızlar gibi kuvvetlerini kendisine asker edindi. Sonra bir de ağ hazırlattı, Tiamat’ı o ağın içine düşürdü, yaraladı. Bütün tanrılar huzurunda vücudunu ikiye ayırarak bir parçasını yukarı fırlattı ki bundan gökler, öbürünü de aşağıya fırlattı, bundan da yerler yaradıydı ve bu âlem böylece meydana geldi .


Şu efsanede de kozmik âlemden önce Ap-su ile Tiamat’tan Mummu denilen hüviyetsiz ve acaip bir kudret türedi. Bundan biri dişi, biri de erkek iki büyük yılan doğdu. Bu yılanların evlenmesiyle gökler, yerler meydana geldi.


Dördüncü Efsane


Kozmik âlemden önce Mummu meydana geldi. Ondan da Lakhamu adında bir erkek ve lakhamu adında bir dişi yılan peydâ oldu. Bu yılanlardan Anşhar adındaki gök ile Kishar adındaki yer meydana geldi. Budist Uygur’lara göre dünyanın yaradılışı şöyledir:


Beşinci Efsane


Düğün sofrasında toplanıldığı zaman (Yu dadşob Dero) adı verilen bir duada şöyle denilmektedir: (Dünya nasıl yaratıldı.


— Dört tarafta dört gök sütunu yaratıldı.


Birinci olarak (Rendulk) sütunu yaratıldı. İkinci olarak (Nö-dulk) sütunu yaratıldı. Üçüncü olarak (Cün Cölk) sütunu yaratılınca, yeter, dördüncü olarak (Döndulk) sütunu yaratıldı.


Bu efsânelerin birincisinde ilk varlık olarak sulardan sonra insan, İkincisinde kuğu kuşu, üçüncüsunde de su âlemini temsil eden Ap-su ile Tiamat’dan sonra devler, ifritler, cinler görülür. Dördüncüde sulardan bahsedilmez, beşinci efsane ise yalnız dünyanın yaradılışı gösterilmektedir. Yakın doğudan gelen bir efsanede de yine su temel yeri almaktadır.


 


 

24 Mart 2016 Perşembe

Viyana Kuşatmasında Kayda Geçen Oluşlar

Bugün haznedar ve musahip Ali Ağa alayla gelip Padişahın yolladığı hilat, mücevherli kılıç ve hançeri Sadrazama getirdi.


Sadrazamın kâhyası mutfakla birlikte daha geceden cennetmekân Sultan Süleyman’ın otağının kurulmuş olduğu yerdeki Kayzer Bahçesine gitti. Sabah erkenden de Sadrazamın kethüdası, bütün Deli, Gönüllü ve müteferrikalarla, Yeğen Hüseyin Bey de tüfekçiler, içoğlanları ve mehterhaneyle yola çıktı.


Sultan Süleyman’ın otağını kurmuş olduğu yerdeki söz konusu bahçeye vardılar. Haznedar Ali Ağa’nın kafilesi karşıdan görünür görünmez hepsi atlanıp alayla karşılamaya çıktılar. Ağa bu bahçede dinlenip yemek yedikten sonra hep birlikte alay düzüp hareket ettiler. Sadrazamın zaman Divan halkının hepsi ve yeniçeri ağasıyla kul kethüdası gölgeliğin başladığı yerden baş çadıra doğru dizilip saf bağladı.


Yazının baş tarafına basmış oldukları yüce turalarına okudu. Sonra fermanı tekrar Sadrazama sundu. O da lir bağrışıp alkış tutarken terrfıanı alıp örttü ve koynuna koydu. Sadrazam, Haznedar Ağa’ya çamur kürklü altın sırma islemeli hilat giydirdi. Sonra da üç direkli çadırının sağ yanında kendisi için özel olarak kurulmuş bulunan küçük çadıra gönderdi. Arkasından devletlû Sadrazam vakarlı bir gurur içinde makam koltuğuna oturup Ali Ağa’nın maiyeti halkından on iki kişinin her birine orta dereceden hilatlar giydirdi.


Yeniçeri ağası, kul kethüdası, defterdar efendi, nişancı, cebecibaşı, topçubaşı ve diğer divan halkıyla yüksek rütbeli kimselerin hepsi Sadrazamın eteğini öpmek şerefine eriştiler. Bundan sonra Sadrazam ayağa kalkıp, çavuşlar bağrışarak alkış tutarken içeri çekildi. Huzurda bulunan öbür kimseler de çadırlarına gittiler. Metrislere gidecek olanlar da oradaki yerlerine vardılar.


Haznedar Ali Aga Yanık önüne geldiği zaman orada Karaman Beylerbeyi Şişman Mehmed Paşa ile Karahisâr-ı Sahib Sancakbeyi Ömer Paşa’nm ardı sıra yürüyüşte olduğunu öğrenmiş. Bunun için oradaki köprülerin muhafazasıyla görevlendirilmiş Budun Beylerbeyi Vezir İbrahim Paşa’nın yanında iki üç gün oyalanmış. Her iki paşa gelip kendisine yetişince birlikte yola koyulmuşlar ve yanlarında üç yüz araba dolusu erzak da getirerek aynı gün orduyu hümayuna varmışlardı.


Şişman Mehmed Paşa burada köprünün korunmasıyla görevlendirilmiş Hızır Paşaya katıldı. Sadrazam bu geceyi metrislerin dışında kendi çıtağında geçirdi. Bütün kollara dikkatli olmaları yolunda buyruk yolladı.


Geceleyin sağ kanatta Kara Mehmed Paşa koluna yüz kadar gâvur baskın yaptı. Ancak Allahın inayetiyle büyük kısmı yok edildi. Öte yandan yine bu gece humbaracı başı bir humbara atışıyla gâvurların şarampolde bulunan bir tabyasını Sadrazam kendisini aferiyle taltif ve birkaç kese al tın vererek gönlünü hoşnut etti.


Allah’ın kendisine zafer nasip eylediği Sadrazam kuşluk vakti Divan topladığı metrise girdi. Sonra yeniçeri ağasının tabyasını, arkasından Defterdar Ahmed Paşa’nın tabyasını görmeye gitti. Metrisleri gözden geçirdi ve tekrar kendi tabyasına döndü.


Sadrazamın huzuruna iki tutsak getirildi. İşe yarar bir şey söylemedikleri için kafaları kesildi. Adadaki metrislere girmiş bulunan bütün kollara, yani Vezir Hızır Paşa, Arslan Mehmed Paşa, Haznedar Haşan Paşa, Emir Mehmed Pasa ve Mısır Sadrazamın buyruğu gönderilip adada uzun süre kalacakları için ağırlıklarının hepsini oraya taşıtmaları bildirildi.


Öğleden sonra iki sipahi, frenk aşıran bir casus yakaladılar. Sadrazamın huzuruna getirilince adam fırıncı olduğunu söyledi. Casusluğu kabul etmemekte direndiği için soruşturmaya devam etmesi için Ases başıya teslim edildi.


 

22 Mart 2016 Salı

Amaltheia, Amazonlar, Amymonb, Antiope ve Arakhne

Amaltheia


Bir öyküye göre Amaltheia, Zeus’u çocukken sütüyle beslemiş olan keçiydi. Bir başka öyküye göre ise keçinin değil de, keçinin sahibi olan nymphenin adıydı Amaltheia. Bir boynuzu yardı başında, boynuzun içinde her zaman yiyecek içecek bulunurdu. Roma mitologyasmda corfıu copiae denir nymphenin boynuzuna.


Bazı Romalı yazarlara bakılırsa, comu copiae, Akheloos adlı ırmak tanrısının boynuzuydu. Herakles’le yaptığı bir savaşta boğa biçimini almıştı Akheloos; yenilince de Herakles, onun boynuzunu koparıp almıştı.


Amazonlar


Aiskhylos, “Savaşçı Amazonlar, erkek düşmanları/’ der onlar için. Kafkas dağlarına yakın bir ülkede yaşayan Amazonların hepsi de kadındı. Ülkelerinin başkenti Themiskyra’ydı.


Amazonlar, zaman zaman başka toprakları ele geçirmeye kalkarlar, başka uluslarla savaşırlardı. Çeşitli sebeplerden Lyki’ya, Phrygia’ya, Attika’ya saldırmışlardı. Attika’da krallık yapan Theseus, kraliçelerini kaçırmıştı. Onu kurtarmak için yaptıkları savaşta yenildiler.


Troia savaşında da çarpışmıştı Amazonlar. Penthesileianın önderliğinde Yunanlılarla savaşmaları tliada’da anlatılmaz, ama Pausanias’a. bakılırsa Troia’yı koruyanlar arasında Amazonlar da varmış. Penthesileia o savaşta Akhilleus tarafından öldürülmüştü. Güzel Amazonu öldürdüğüne çok üzülmüştü Akhilleus, günlerce yas tutmuştu.


Amazonları şairlerden, yazarlardan çok ressamlarla yontucular anlatmıştır.


Amymonb


Amymonc, Danaid’lerden biriydi. Babası bir gün su almaya göndermişti onu. Bir satyr, Amymone’yi görür görmez beğendi güzel Danaid’in peşine düştü. Poseidon, çığlığını duydu kızcağızın, onu satyr’den kurtarıp kendine eş yaptı. Sonra üçlü çatalını yere vurarak bir pınar çıkardı topraktan; pınara Amymone’nin adını verdi.


Antiope


Thebai’lİ bir kral kızı olan Antiope, Zeus’tan Zethos ve Amphion adlarında İki çocuk doğurdu. Babasının öfkesinden kdrkarak doğar doğmaz ıssız bir dağa bıraktı çocukları. Zethos ile Amphion, bir çoban tarafından bulunup büyütüldüler. Thebai kıralı olan Lykos ile karısı Dirke, Antiope’ye öyle kötülükler etti ki, zavallı kadıncağız onların elinden kaçarak saklanmak istedi. Dolaşa dolaşa oğullarının bulunduğu kulübeye geldi. Nasıl olduysa oldu; çocuklar, annelerini tanıdılar, öç almak için Thebai’ye gidip Lykos’u öldürdüler; Dirke’yi de saçlarından bir boğaya bağlayıp parçalattılar.


Arakhne


Tanrılarla, tanrıçalarla boy ölçüşmeye kalkmanın insana nelere mal olacağını, Arakhe’nin öyküsü apaçık göstermektedir. Oİympos’ta nasıl demircilikte tek usta Hephaistos’sa, dokumacılıkta da Athena birinciydi. Tanrıça, bir gün Arakhne adlı bir köylü kızın dokumacılıkta eşsiz bir güce sahip olduğunu duydu. Hemen Lydia’ya indi Olympos’tan, Arakhe’nin, oturduğu kulübeye giderek onu bir yarışmaya çağırdı. Bu çağrıyı kabul etti Arakhne. İkisi de tezgâhlarını kurup mekiklerini çalıştırmaya başladılar. Altın, gümüş, gökkuşağı renkli kumaşlar dokundu. Yarışma sona erince Athena, Arakhne’nin dokuduğu kumaşın kendi dokumasından geri kalır yanı olmadığını gördü, öfkeyle bir mekik geçirdi eline, kızcağızı dövdü. Buna çok üzülen Arakhne gidip kendini astı. Aradan zaman geçince yaptığına pişman oldu Athena, büyülü bir su hazırlayarak kızın üstüne döktü. O anda bir Örümcek oluverdi Arakhne, dokumacılıkta ustalığını sürdürdü.


 


 


 


 


 

19 Mart 2016 Cumartesi

Büyük Mitoloji Ailelerinden Athenai Soyu: Prokris ile Kephalos

Güzel, güzel olduğu kadar da talihsiz bir kadın, olan Prokris, Prokne ile Philomele’nin yeğenleriydi. Rüzgârlar tanrısı Aiolos’un torunu Kephalos’la evliydi. Mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı; ama bu mutluluk, Şafak tanrıçası Aurora’-nın araya girmesiyle bozuldu.”


Kephalos, her sabah erkenden kalkıp geyik avına çıkardı. Şafak, genç avcıyı birkaç kere görmüş, ona âşık oluvermişti. Ama Kephalos’un gözü, Prokris’ten başkasını görmüyordu. Aurora, yakışıklı delikanlının bu bağlılığını koparmak için elinden geleni yaptı. Sonunda, “Bakalım,” dedi, “karın da sana bu kadar bağlı mı? Nereden biliyorsun seni aldatmadığım?”


Bu soru, Kephalos’u çılgına çevirdi. Uzun süredir kanımdan uzaktaydı. Üstelik Prokris de Öyle güzeldi ki… Karımın kendisine bağlılığını denemeden İçi rahat etmeyecekti. Hemen kılık değiştirerek ülkesine döndü. Bazıları, bu konuda Aurora’nm delikanlıya yardım ettiğini söylerler. İster etmiş, ister etmemiş olsun, öyle değişik bir kılığa girdi ki Kepha değil karısı, neredeyse kendi bile tanıyamayacaktı kendisini.


Kıskanç avcıyı, acılı yüzlerle karşıladılar evinde. Delikanlı. “Neden böyle üzüntülüsünüz?” diye sordu hizmetçilere. “Efendimiz uzaklarda da onun için,” cevabını aldı. Bunu duyunca çok sevindi Kephalos: “Demek beni bu kadar çok seviyorlar,” diye düşündü. Prokris’in karşısına çıkarıldığı zaman sevinci daha da arttı. Karısı, kocasının yokluğundan ötürü öyle üzgün, öyle üzgündü ki… Kepha’os, neredeyse kendini tutamayıp kim olduğunu söyleyecekti: ama Aurora’nın alaycı sözleri geldi akima, Prokris’e yakınlık göstermeye başladı. “Ne kadar güzelsiniz.” dedi kadına. “Kocanız uzaklarda kim bilir kiminle sevişirken siz burada tek başınıza solup gidiyorsunuz.”


Prokrİs, ağırbaşlı davranışını sürdürdü, karşısındaki yabancıya yüz vermedi. “Ben kocama bağlıyım,” dedi, “o nerede olursa olsun, ben ondan başkasını sevemem.”


Birkaç gün sonra, kılık değiştirmiş Kephalos’un üstelemelerine dayanamayarak bir an duraklayıverdi. Bu duraklama Kephalos İçin yetti de arttı bile. “Utanmaz kadın!” diye bağırdı. “Bak, işte ben senin koçanım! Beni aldatmaya kalkarsın ha? Kendi gözlerimle gördüm!” Aslında gördüğü bir şey yoktu ya, neyse…


Prokris, uğradığı bu haksızlığa dayanamayarak evden kaçtı. Sevgisi, ansızın nefrete dönüvermişti. Kocasına da, bütün erkeklere de lanet ederek dağlara çıktı. Yalnız başına yaşayacaktı artık.


Çok geçmedi, Kephalos suçunu anladı; karısının izini aradı bir süre. Sonunda Prokris’i saklandığı yerde bularak bağışlamasını diledi. Kocasını hemen bağışlamadı Prokris, ama sonunda onunla yeniden aynı evde oturmaya boyun eğdi.


Karı-koca, eskisi gibi, mutluluk içinde yasamaya, başladılar. Gece gündüz birlikteydiler. Zaman zaman da ava çıkıyorlardı. Prokris, kocasına, nereye fırlatılırsa gidip oraya saplanan bir mızrak armağan etmişti.


Bir gün, yine ava gitmişlerdi. Karı-koca, ağaçların arasında ayrıldılar. Kephalos, çevresini gözetlerken biraz ilerisindeki bir çalılığın kıpırdadığını gördü. Karısının verdiği mızrağı çalılığa fırlattı hemen. Hayvan yerine, bağırarak bir kadın yığıldı otların arasına. Bu kadın, Prokris’te ölmüştü.


 


 

14 Mart 2016 Pazartesi

Mitoloji Soyları Thebai Soyundan Oidipus

Kadmos’un üçüncü göbekten torunu olan Thebai kralı Laios, akrabalarından İokaste ile evliydi. Onların egemenliği süresince, Apollon’un Delphoi’deki tapmağı büyük bir önem kazanmıştı. Doğruluk tanrısıydı Apollon, bakıcılarının her dediği çıkardı. Ama kral Laios, kendisinin bir gün oğlu tarafından öldürüleceğini öğrenince, kadere meydan okumaya karar verdi. Yeni doğan çocuğunu, ayaklarını sıkı sıkı bağlattıktan sonra, ölmesi için ıssız bir tepeye bıraktı. Artık korkmuyordu, geleceği tanrılardan daha iyi bildiğine inanıyordu. Neyse ki, sersemliği yüzüne vurulmadı. Kendisine saldıran adamın bir yabancı olduğunu sandı. Ne bilsin Apollon’un doğru söylediğini?


Can verdiği zaman evinden uzaklardaydı Laios. Yanındaki nöbetçilerle birlikte, haydutlar tarafından öldürüldüğü haberi saraya ulaştırıldı. Pek üstünde durulmadı bu olayın. Thebai o günlerde büyük bir tehlike içindeydi. Gövdesi, uçan bir aslanın gövdesine benziyen, kadın göğüslü, kadın yüzlü Sphinks adlı korkunç bir canavar, ortalığı kasıp kavuruyordu. Şehre giden bütün yollan tutmuştu. Elene her geçirdiğine bir bilmece soruyor, bilirse bırakacağını söylüyordu. Ama kimse bilemiyordu bilmeceyi. Korkunç yaratık, sayısız insanı silip süpürdü, şehri öyle bir kuşattı ki, kimse dışarı çıkamaz oldu; açlık baş gösterdi. Thebai’nin yedi büyük yapısı, şehirlilerin üstüne kapandı.


İşler bu durumdayken yiğit, akıllı bir yabancı geldi şehre; adı Oidipus’du. Ülkesi Korinthos’u, babası kral Polybosü bırakıp buralara kadar gelmişti. Apollonün bakıcısı, bir gün kendi babasını öldüreceğini söylemişti ona. O da kral Laios gibi kadere karşı koymak istemiş, bir daha görmemecesine ayrılmıştı Polybos’tan. Tek başına dolaşırken yolu Thebai’ye düşmüş, olanları duymuştu. Yersiz yurtsuz, arkadaşı olmayan bir adamdı. Sphinks’in sırrını çözmeyi aklına koydu. Canavarın bulunduğu yere gitti.


“Söyle bakalım/’ dedi Sphinks, “sabahleyin dört, öğleyin iki, akşamleyin de üçayaklı olan yaratık kimdir?”


Oidipus, “însan,” diye karşılık verdi. “Çocukken elleriyle, ayaklarıyla emekler; büyüdüğü zaman dimdik yürür; ihtiyarlayınca da bir değneğe dayanır.”


Cevap doğruydu. Sphinks dayanamayarak kendini öldürdü. Neden öldürdüğü bir türlü anlaşılamadı; ama öldürmüştü ya… Thebai’liler, kurtarıcılarını kıral yapıp eski kralları Laios’un karısı Iokaste ile evlendirdiler. Galiba Apollon yanılmıştı bu kere.


Kralla kraliçenin iki oğlu büyüyüp de birer delikanlı oldukları zaman, Thebai veba salgınına uğradı. Kıtlık da baş-gösterdl üstelik. Hastalıktan kurtulanlar, açlığın pençesine düşüyorlardı. Oidipus herkesten çok üzülüyordu bu duruma. O, kendini halkın babası gibi görüyordu. Bütün bu ölenler onun çocuklarıydı. Iokaste’nin kardeşi Kreon’u Delphoi’ye yolladı; tanrıdan yardım dilemesini söyledi ona.


Kreon iyi haberlerle döndü. Vebanın bir şartla duracağını söylemişti Apollon: kral Laios’u öldürenler cezalandırılmalıydı.


Aradan çok zaman geçmişti; yine de suçlular bulunabilirdi. Oidipus öyle sevindi ki, Kreon’un getirdiği haberi herkese duyurdu. Bu meseleyi çözmekte kararlıydı. Thebai’nin en saygıdeğer kişilerinden, ihtiyar, kör bakıcı Teiresias’a haber saldı. Suçluları o bulabilir miydi acaba? “Tanrıların aşkı için,” diye yalvardı Oidipus, “eğer biliyorsan söyle.” “Sersemler,” dedi Teiresias; “hepiniz sersemsiniz. Cevap vermeyeceğim.” Ama Oidipus onun da bu cinayette parmağı olduğunu, bu yüzden konuşmadığını söyleyecek kadar ileri gidince, bakıcı büyük bir öfkeye kapıldı, söylemek istemediği sözler ağır ağır döküldü dudaklarından


“Aradığın suçlu kendinsin.”


Oidipus, ihtiyarın çıldırdığını sanıp onu kovdu, gözüne görünmemesini buyurdu bir daha.


Iokaste de inanmamıştı bu sözlere. “Bakıcılar öyle her şeyi bilmezler,” dedi.


Sonra kocasına, Delphoi’deki bakıcının dediklerini anlattı buna engel olmak için kendi çocuklarını nasıl öldürttüklerinden söz açtı. “Zaten Laios’u, Delphoi’ye giden üç yolun birleştiği yerde haydutlar öldürmüştü,” dedi.


Oidipus, tuhaf bir bakışla süzdü karısını. Yavaşça, “Ne zaman oldu bu?” diye sordu.


“Sen Thebai’ye gelmeden az önce,” dedi Iokaste.


‘“Kaç kişi vardı kiralın yanında?”


“Hepsi beş kişiydiler, öldürüldüler. İçlerinden yalnız birisi, sağ.”


“O adamla konuşmalıyım,” dedi Oidipus. “Söyle, çağırsınlar.”


“Çağırtayım,” dedi Iokaste; “yalnız aklından neler geçiyor, bilmek istiyorum.”


“öğreneceksin,” diye mırıldandı Oidipus. “Buraya gelme den önce, birisi, Polybos’un öz oğlu olmadığımı söylemişti bana. Ben de Delphoîe’ye gittim. Tanrı bu konuda konuşmadı. Yalnız korkunç şeyler söyledi… Babamı öldüreceğimi, annemle evleneceğimi, herkesin yüzlerine bile bakmaktan çekineceği çocuklarım olacağım söyledi. Korinthos’a dönmedim bir daha. Delphoi’den ayrılırken, üç yolun kavuştuğu yerde karşıma bir adam çıktı. Yanında da dört nöbetçi vardı. Beni yolumdan çevirmeye çalıştı, başıma elindeki değnekle vurdu. Ben de kızıp onları öldürdüm. Sakın o adam Laios olmasın?”


“Ama sağ kalan nöbetçi, ‘Karşımıza haydutlar çıktı,* demişti.


Onlar böyle konuşurlarken, Apollon’un yanılabileceği iyice anlaşıldı. Korinthos’dan gelen bir haberci, Polybos’un öldüğünü haber verdi Oidipus’a.


“İşte,” diye haykırdı Iokaste, “tanrının söyledikleri yanlış değilmiş de neymiş? Adamcağızı oğlu öldürmedi ki”


Haberci bilgiç bilgiç gülümseyerek, “Ey kral,” dedi, “sen babanı öldürürsün diye mi kaçtın Korinthos’dan? Öyleyse yanılmışsın. Korkacak bir şey yoktu. Polybos’un öz oğlu değildin ki sen. O, kendi oğlu gibi sevdi seni, büyüttü; ama seni ona ben vermiştim.”


“Nerede bulmuştun beni?’’ diye sordu Oidipus. “Annemle babam kim?”


“Bilmiyorum,” diye cevap verdi haberci, “bir çoban vermişti seni bana. Laios’un uşaklarından biri.”


Iokaste bembeyaz olmuştu. “Bu adamın söylediklerine ne bakıyorsun?” diye bağırdı. “Ne önemi var dediklerinin?’’


Sesi öyle öfkeliydi ki, Oidipus onun ne demek istediğini anlayamadı. “Babamla annemin kim olduklarının önemi yok mu?” diye sordu.


“Tanrılar aşkı için sus artık,” dedi kraliçe, “çektiğim yeter.” Sonra hıçkırarak saraya doğru koştu.


O sırada ihtiyar bir adam geldi Oidipus’un yanma. İhtiyarla haberci garip bakışlarla birbirlerini süzdüler. “İşte bu adam, kıralım” diye haykırdı haberci. “Seni bana veren çoban bu.”


Oidipus, “Ya sen bu adamı tanıyor musun?” diye sordu ihtiyara.


İhtiyar karşılık vermedi; ama haberci durmadan üsteliyordu. “Nasıl hatırlamazsın?” diyordu. “Hani bir çocuk vermiştin bana. O çocuk bu kral işte.”’


 


“Lanet olsun,” diye mırıldandı ihtiyar. “Sus artık.”


Oidipus kızmıştı. “Ne?” dedi, “öğrenmek istediğim şeyi benden gizlemek için onunla işbirliği yapıyorsun, ha? Ben seni konuşturmasını bilirim.”


“N’olur bir şey yapmayın bana,” diye inledi ihtiyar. “Evet, seni ona ben verdim; ama tanrılar aşkı için başka soru sormayın.”


“Beni nerede buldun diyorum, sana!”


İhtiyar, “Karma sor,” diye haykırdı. “O anlatsın.”


“Beni sana o mu verdi?” dedi Oidipus.


“Evet, evet,” diye inledi ihtiyar. “Seni öldürmemi söylemişlerdi. Bakıcılara göre…”


“Babamı, öldüreceğimi mi söylemiş bakıcılar?”


İhtiyar, “Evet,” diye söylendi,, “öyle demişler.”


Acı bir çığlık attı kral. Sonunda gerçeği anlamıştı. “Hepsi doğruymuş! Aydınlığım karanlığa dönecek şimdi. Lânetlendim!”


Babasını öldürmüş, öz annesiyle evlenmişti bir kere. Ne kendisi, ne karısı, ne de çocukları için hiç umut kalmamıştı. Hepsi lânetlenmişlerdi.


Sarayda deli gibi annesini aradı Oidipus. Odasında buldu onu. Gerçeği anlayınca Iokaste, kendini öldürmüştü. Onun yanında durdu Oidipus, aydınlığını karanlığa çevirdi: kendi elleriyle gözlerini çıkardı. Körlüğün kara dünyası, sığınabileceği bir yerdi hiç olmazsa. Bir zamanlar o kadar parlak olan dünyayı utanç dolu gözleriyle görmeyecekti artık.


 


 

13 Mart 2016 Pazar

Arion, Aristaios, Aurora ile Tithonos ve Biton ile Kleobis

Arion’un İsa’dan önce 700 yıllarında yaşamış bir şair olduğu da ileri sürülür. İster yaşamış, ister yaşamamış olsun, Arion’un ölümden kurtuluşu mitologyada eşine rastlanan öykülere benzer.


Arion bir musiki yarışmasına katılmak üzere Korinthos’dan Sicilya’ya gitmişti. Çalgı çalmadaki ustalığını gösterdi yarışmada ortaya konan ödülü kazandı. Korinthos’a dönerken gemideki denizciler onu öldürmek istediler. Onların bu tasarısı Arion’un düşüne girmişti. Olacakları tanrı Apollon kendisine bildirmiş, kurtulmak için bir yol göstermişti. Gemiciler kendisine saldırdıkları zaman, ölmeden önce çalgı çalıp bir şarkı söylemek isteğini kabul ettiler. Şarkısının sonunda denize atladı Arion, çalgının sesiyle oraya gelmiş olan yunus balıklarına binerek karaya çıktı.


Aristaios


Tanrı Apollon ile su nymphesi Kyrene’nin oğlu olan Aristaios arıcıydı. Bütün anları ölüverdi bir gün; Aristaios da, arılanm yeniden diriltmesi için annesine başvurdu. Annesi, “Deniz tanrılarından Proteus’a gidersin,” dedi, “akıllı biridir Proteus. Arılarına kavuşmanın yolunu öğretir sana. Ama daha önce onu yakalayıp sımsıkı bağlamaksın. Menelaos. Troia’dan dönerken tanrıyla boğuşup bağlamıştı onu. Yolda başına gelecekleri ondan öğrenmişti. Şunu unutma, Proteus’u bağlamak kolay değildir. Durmadan kılık değiştirir deniz tanrısı.”


Aristaios, annesinin sözünü dinliyerek Pharos adasına gitti. Orada sımsıkı yakaladı Proteus’u. Proteus durmadan kılık değiştirdi, ama sonunda yorulup kendini Aristaios’un ellerine bıraktı. Aristaios, “Arılarıma nasıl kavuşabilirim?” diye sordu.


Proteus. “Birkaç hayvan kurban et tanrılara,” dedi. “Hayvanların ölülerini dokuz gün kesildikleri yerde bırak. Dokuzuncu günün sonunda git bak, ne göreceksin.”


Aristaios, Proteus’un dediğini yaptı. Dokuzuncu günün sonunda, hayvanların kesildiği yere gitti. Binlerce arı buldu orada. Bu olaydan sonra arıları bir daha ölmedi.


Aurora ile Tithonos


Aurora ile Tithonos’un öykülerine tliada’da değinilir: Tartanlarla, ölümlüleri ışığa kavuşturmak için Gül parmaklı tanrıça, Şafak, kalkıyor Soylu Tithonoa’la yattığı yataktan.


Şafak tanrıçası Aurora. Tithonos’un karısı, Habeş kıralı Memnon’un da annesiydi. Oğlu Memnon, Troia savaşında öldürülmüştü. Tithonos’a gelince, zavallı adamcağızın başına olmadık şeyler gelmişti. Aurora, bir ölümlü olan kocasının ölümsüzlüğe kavuşturulmasını istemişti Zeus’tan. Tanrılar tanrısı onun bu dileğini yerine getirerek, kocasına ölümsüzlük vermişti. Ama Şafak tanrıçası, ölümsüzlükle birlikte gençlik de istemeyi unuttuğu için Tithonos günden güne kocamış, zayıflamış, halsiz düşmüştü. Buna dayanamayan adamcağız, öldürülmesini istedi tanrılardan. Ama ölümsüz olmuştu bir kere, artık ölemezdi. Durmadan yaşlanıp öylece yaşayacaktı.


Kocasına acıyan Aurora, bir odaya kapadı onu. Tithonos orada sabahtan akşama kadar kendi kendine konuşarak yaşardı gitti. Bazı yazarlara bakılırsa, Tithonos gittikçe küçülmüş. Aurora da onu cırcır böceği haline getirivermiştir.


Biton ile Kleobis


Biton ile Kleobis, Hera’nın rahibelerinden Kydippe’nin oğullarıydı. Bir gün Kydippe, ünlü yontucu yaşlı Polyklitos’-un yapıp Argos’a diktiği Hera heykelini görmek istedi. Çok uzaktaydı Argos, oraya gidilse ancak arabayla gidilebilirdi. Araba vardı; ama ne at ne de öküz bulabildiler. Biton ile Kleobis, annelerine, “Biz götürürüz seni,” diyerek kendilerini arabaya koştular.


O tozda, toprakta, o kavurucu sıcakta Argos’a kadar çektiler arabacı. Hera’nın heykelinin yanma vardıkları zaman ikisi de yorgunluktan bitmişti. Anneleri inip tanrıçanın heykeli önünde diz çöktü. “Hera” dedi, “ne olursun, oğullarıma en iyi armağanını bağışla.”


Kydippe’rtin yakarması biter bitmez Biton ile Kleobis yere yığılı verdiler. Gören uykuda sanırdı onları; gülümsüyorlardı. Eğilip baktılar: ikisi de ölmüştü.


 

12 Mart 2016 Cumartesi

İlk Kahraman Tanrılardan Europa

Zeus’la sevişmesi yüzünden adı coğrafyaya geçen tek kadın Io değildir; Europa’nın ünü daha da yaygındır. Io’nun yıllarca, acı çekmesine karşılık Europa, bir boğa sırtında denizler aşıvermenin yarattığı birkaç saniyelik şaşkınlık ve korku bir yana bırakılırsa, hiç üzülmemiştir denebilir. Europa’nın Zeus’la seviştiği sıralarda Hera nerelerdeydi, bilinmiyor. Bilinen bir şey yar: Tanrılar tanrısı, gamsız tasasız, gönlü ne dilerse onu yapıyordu.


Zeus bir ilkbahar sabahı gökteki sarayında oturmuş, tembel tembel yeryüzünü gözetliyordu. Gözleri, ansızın, kendisi için çok ilgi çekici bir yaratığa ilişti. Güzel Europa, uykudan uyanmış, gördüğü düşü yorumlamaya çalışıyordu. İki kıta, kadın kılığında, kendisini paylaşmak istemişlerdi düşünde. Europa’yı doğurduğunu ileri süren Asya, onu kendisi almak istemişti, öteki kıta ise, Zeus’un Europa’yı kendisine verdiğini söylemişti.


Gördüğü bu garip düşü yorumlayamadı Europa; kendi yaşındaki kız arkadaşlarını topladı; deniz kıyısındaki çiçek tarlasına gittiler. Orada oyunlar oynarlar, sepetlerini çiçeklerle doldururlardı. Hepsi de bilirdi ki, en güzel sepet Europa’nın sepetidir. Hephaistos yapmıştı sepeti. Üstünde îo’nun öyküsü, inek oluşu, Argos’un Öldürülüşü, sonra Zeus’un io’yu; yeniden kadın kılığına sokuşu çiziliydi.


Yalnız sepetler mi, içlerini dolduran çiçekler de ne kadar güzeldi… Nerkisler, sümbüller, menekşeler, kırmızı yaban gülleri. Aşk tanrıçası, Kharit’lerin arasında nasıl ışıldarsa, Europa da yaşıtları arasında Öyle ışıldıyordu.


Zeus onu görünce dayanamadı. Zaten Aşk tanrıçası Aphrodite, oğlu Eros’a söylemiş, o da oklarından birini Zeus’un kalbine saklamıştı. Hera uzaklardaydı o sırada; ama Zeus yine de ne olur ne olmaz diye korktu. Bir boğa kılığına girdi. Koyu kahverengi, kaşları yerinde gümüş yaylar çizili, boynuzları yeni ayın görünüşüne benzeyen güzel, çekici bir boğa olup çıktı. Çiçek toplayan kızların arasına indi. Yaşıtları gibi, Europa da boğayı görünce dayanamayıp yanma geldi. Onu sevdi, okşadı.


Hemen eğildi bağa. Sanki Europa’nın, ‘sırama binmesini ister gibiydi. Sırtına bindirip gezdirecek bizi öyle tatlı, öyle güzel bir boğa ki bu, Hiç boğaya benzemiyor, iyi bir insan gibi, Yalnız konuşamıyor.


Europa, gülümseyerek, boğanın sırtına oturdu. Ötekilerin de binmesine fırsat vermedi Zeus; fırlattığı yıldırımların hıfzıyla denize daldı. O ilerledikçe dalgalar iki yana açılıyordu. Yanlarında, önlerinde, arkalarında garip deniz tanrıları Nereidler, borularını öttürerek Tritonlar ve Zeus’un kardeşi f Po-‘ seidon gidiyordu.


Sulardan, gördüğü yaratıklardan korkan Europa, düşünmek için bir eliyle boğanın kocaman boynuzunu tutarken, öteki eliyle de ıslanmasın diye mor eteğini topluyordu. “Bu boğa, olsa olsa bir tanrıdır,” diye düşünüyordu. Sonunda dayanamadı; kendisini ıssız bir yerde tek başına bırakmaması için boğaya yalvardı. Boğa; cevap vererek kendisinin ‘tanrılar, tanrısı Zeus olduğunu, ona tutulduğunu, Girit adasına gittiklerini söyledi.


Bir süre sonra Girit’e ayakbastılar, Orada Mevsimler karşıladı kendilerini, Seviştiler; çocukları oldu. Europa’nın oğullarından ikisi, Minos Ve Rhadamahthys, yeryüzünde öyle tarafsız davrandılar ki, ölümlerinden sonra ölüler ülkesine yargıç yapıldılar. Ama Europa, mitologyada oğullarından daha önemli bir yer tutar.


 

11 Mart 2016 Cuma

Troya Savaşı'nın Sonu ve Bedelleri

Akhilleus, artık kendi sonunun da gelmiş olduğunu biliyordu. Hektor ölmüştü, sıra kendisindeydi. Ama ölmeden önce son kere, yiğitçe çarpışıp bir ünlü, düşmanını daha Hades’e gönderdi. Habeş Prensi Memnun, ordusuyla birlikte Troiahların yardımına gelmişti. Bundan cesaret alan Priamos’un askerleri, Yunanlıları yine püskürtmeye başladılar, Akhilleus’un birçok arkadaşı, bu arada yaşlı Nestor’un tez-ayaklı oğlu Antilokhos, Troialıların elinde can verdi, ölüm düşüncesi Akhilleus’u kendinden geçirmişti zaten. Ünlü komutan, askerlerini alıp yeniden şehre saldırdı. Bu kere karşısında Memnon’u buldu. Uzun uzun çarpıştılar; sonunda Akhilleus, yiğit düşmanını öldürdü. Bundan yüreklenen adamları, Troialıları surlara kadar kovaladılar. İşte ne olduysa o anda oldu. Şehrin surlarından bir ok fırlattı Paris. Apollon oku tutup Akhilleus’un topuğuna götürdü, oraya saplandı, ölüm yarası almıştı Akhilleus, yere düştü.


Thetis, bir oğlu olunca, onu ölümsüz yapmak için Styks ırmağına batırmıştı. Styks’in sularında kim yıkansa, gövdesine ne ok, ne de mızrak işlerdi. Yalnız bir şey unutmuştu Thetis, bebeği topuğundan tutup suya batırdığını… Su, Akhilleus’un topuğuna değmemiş, orayı eskisi gibi bırakmıştı. Paris’in attığı ok, ünlü kahramanın tam topuğuna saplanınca, Akhilleus öldü.


Odysseus, Troialılarla savaşırken Aias, arkadaşının ölüsünü Yunan çadırlarının bulunduğu yere götürdü. Orada büyük bir ateş hazırlayıp Akhilleus’u yaktılar. Kemiklerini de arkadaşı Patroklos’un kemiklerinin bulunduğu kaba koydular.


Thetis’in oğluna getirmiş olduğu zırh, Aias’ın ölümüne sebep oldu. Yunan komutanları, Akhilleus’un öldüğü gece toplanarak, zırhın kime verileceğini kararlaştırdılar, iki aday varili ortada. Biri Odysseus, öteki de Aias’tı. Gizli oyla Odysseus seçildi, Hephaistos’un hazırlamış olduğu değerli zırh Ithaka kiralına verildi. Aias çok kızdı bu karara. Menelaos ile Agamemnon’u öldürmeyi aklına koydu. O gece iki kardeşin çadırına girdi kimseye görünmeden. Tam kılıcını çekerken tanrıça Athena, onu çıldırttı. Aias, biraz ileride duran koyunları asker sanarak üstlerine saldırdı. Bir kısmını öldürdü. Kocaman bir koçu yakaladı, “Odysseus, öcümü alacağım senden,” diyerek zavallı hayvancağızı bir direğe bağladı, kırbaçlamaya başladı.


Bir süre sonra kendine gelince, yapmış olduğu çılgınlığın farkına vardı. Çevresine bakarak, “Ne suçu vardı bu hayvanların?” diye mırıldandı. “Artık ne ölümlüler seviyor beni, ne de ölümsüzler. Bu durumda, yalnız korkaklar sürdürür yaşamalarını. Hiç olmazsa soylu bir biçimde öleyim.”


Kılıcını çekerek kendini öldürdü. Yunanlılar, yakmadan gömdüler ölüsünü. İntihar edenler yakılmazdı. Akhilleus’un hemen arkasından Aias’ın da ölmesi, Yunanlıların umutlarını kırar gibi oldu. Bakıcıları Kalkhas, ‘‘Troialılar arasında geleceği bilen bir bakıcı var,” dedi bir gün; “adı Helenos. Onu buraya getirin. Ne yapmanız gerektiğini söyler.”


Bunun üzerine Odysseus, gidip Helenos’u tutsak etti. Ünlü bakıcı, “Herakles’in oklarıyla yayını buraya getirmezseniz, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Troya Savaşında Troia’yı düşüremezsiniz,” dedi.


Herakles, ölürken oklarıyla yayını Philoktetes’e vermişti. Philoktetes, Yunanlılarla birlikte Troia’ya yürümüş, ama kurban kesmek için inilen bir adada, ayağını sokan bir yılan yüzünden arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Daha doğrusu, Philoktetes’in iyileşmez bir yara aldığını gören arkadaşları, onu Lemnos’ta tek başına bırakıvermişlerdi. Soylu bir davranış değildi bu; ama ne yapsınlar, bir an önce Troia’ya varmak istiyorlardı. Aksi gibi, ‘eskiden, Altın Post’-un aranışı sırasında, bir sürü kadının yaşadığı Lemnos’ta şimdi kimsecikler yoktu.


Komutanlar düşünüp taşındılar; Philoktetes’i kendi yanlarına getirmeye karar verdiler. Ama küskündü Philoktetes, gelmezdi ki… Yunanlılar, içlerinden en akıllısını, Odysseus’u, Herakles’in oklarıyla yayını alıp getirmesi için Lemnos’a yolladılar. Yanına da Diomedes’i verdiler. Bazıları, Odysseus’la birlikte giden Yunanlının Diomedes değil de, Akhilleus’un oğlu Neoptolemos olduğunu söylerler.


Odysseus, Herakles’in oklarıyla yayını Philoktetes’ten çaldı. Tam adadan ayrılacakken, bir yaralıyı tek başına silâhsız bırakmaya gönlü razı olmadı. Dönüp kandırdı Philoktetes’i, Yunanlıların yanma götürdü. Orada, yılan sokmasından anlıyan bir bilgin, yaralı komutanı iyileştirdi. Ayağa kalkar kalkmaz savaşa katıldı Philoktetes, attığı ilk okla da Paris’i yaraladı.


Ağır bir yara alan Paris, bin güçlükle arkadaşlarına, “Beni Ida dağına götürün,” dedi. “Orada eski sevgilim, Oinone var. Bir zamanlar, her yarayı iyileştiren bir ilâç olduğunu söylemişti kendisinde. Belki beni de iyileştirir.” Arkadaşları Paris’i alıp Ida dağına götürdüler. Oinone’yi bulup Troialı delikanlının yanma getirdiler. Nymphe, Paris’e küskündü.


Ölüm döşeğinde bile bağışlamadı onu; ilâcını vermedi. Paris ölünce de gidip kendini öldürdü. Zaten pek öyle yiğit bir savaşçı değildi Paris; ölümünün Troialılara zararı dokunmadı. Sonunda Yunanlılar, Troia’da Pallas Athena’nm bir heykeli bulunduğunu, o heykel kaçırılırsa, Priamos’un askerlerinin bozguna uğrayacağım öğrendiler. Odysseus İle Diomedes, gizlice şehrin surlarından sızıp heykeli çaldılar. Ama bu da, kendilerinin savaşı kazanmalarını sağlayamadı.


Yunan komutanları baktılar ki, bu savaş böyle sürüp gidecek, bir toplantı yaparak çıkar yol aramaya koyuldular. “On yıldır buradayız,” dedi bir komutan, “savaşı kazanamadık. Troia’yı ya akıl yoluyla elde ederiz, ya da çekip gideriz. Artık böyle çarpışmanın anlamı kalmadı.”


Odysseus, “Ben Troia’mn nasıl elde edileceğini biliyorum,” dedi. “Tahtadan kocaman bir at yaptıralım. Atın içine bazı komutanlar saklanalım. Geri kalan askerler gemilerine binip buradan uzaklaşsınlar. En yakın adanın arkasında saklansınlar. Troialılar, savaşı kazanmaktan umudumuzu kesip ülkemize döndüğümüzü sanırlar. Yalnız bir kişi bırakalım geride. O da, Troialılara armağan olarak bu tahta atı bıraktığımızı söyler. Troialılar şehrin içine alırlar atı. O gece, saklananlar gizlice çıkıp şehrin kapılarını açarlar. Adanın arkasında saklanmış askerlerimiz de gelip Troia’ya girerler. Kazansak kazansak ancak böyle kazanabiliriz savaşı.”


Önce bunu kabul etmek istemedi komutanlar; ama Odysseus hepsini kandırmasını bildi. Kocaman bir at yapıldı. İçine ünlü komutanlar girdiler. Sonra Yunanlılar tahta atı Troia surlarının önüne bırakarak gemilerine binip gittiler.


Troialılar önce akıl erdiremediler bu işe. Bu koca at da ne oluyordu? Düşmanları neden ülkelerine dönmüşlerdi böyle? Artık savaşı bırakmışlar mıydı? Kuşkuyla kıyıya gittiler. Çadırlar sökülmüştü. O sırada Yunanlı Sinon çıktı ortaya. Ağlayarak artık kendisinin Yunanlılardan yana olmadığını söyledi. Odysseus’un öğrettiği gibi konuştu:


“Pallas Athena, heykelinin çalındığına kızdı. Yunanlılar, tanrıçanın kızgınlığını yatıştırmak için bakıcıya akıl danıştılar. Athena da, ancak bir Yunanlı kendisine kurban edilirse, kızgınlığının geçeceğini söyledi. Komutanlar da beni seçtiler.


Ne yapayım, gece olunca kaçtım. N’olur, beni Agnrnernnon’in askerlerine vermeyin, ne isterseniz yaparım.


“Ya bu tahta at ne oluyor?” diye sordu Troialılar.


“O da Athena’ya bir sunu,” dedi SInon. “Yunanlılar yaptı. Sizin şehrin surları önüne bıraktı. Bu kadar kocaman bir atı içeri alamayacağımızı, kırıp kaçağınızı sanıyorlar. Böylece Athona’nın öfkesini üstünüze çekermişsiniz.”


Troialı rahiplerden Laokoon, “Aman, atı sakın içeri almayın,” dedi. “Bana bu işin içinde bir iş var gibi geliyor. Yunanlıların armağanları bile tehlikelidir.”


O sırada Poseidon, iki yılan gönderdi denizden. Yılanlar Laokoon ile oğullarını herkesin gözü önünde yuttu. Bunun üzerine, Trolalılar, atı içeri almazlarsa tanrıların çok kızacağını anladılar.


“Alın içeri tahta atı,

Athena’ya götürün,

Zeus’un kızına armağan olsun”

Bütün gençler koşmaya başladı,

Evlerinden fırladı bütün yaşlılar;

Şarkılarla, sevinç çığlıklarıyla ölümü

Troia’ya aldılar.


O gece, herkes uykuda olduğu zaman, Yunan komutanları gizlice attan çıkıp şehrin kapılarım açtılar. Hazır bekleyen askerler, Troia’ya girip bütün yapıları ateşe verdiler. Korkudan sokağa fırlayan gençleri, yaşlıları, kadınları, çocukları kılıçtan geçirdiler. Trolalılar arasında yiğitçe çarpışanlar, canlarını pahalıya satmak isteyenler de oldu, ama boşuna… Oluk gibi kan aktı sokaklardan. Sonunda Yunanlılar, kral Priamos’un sarayına girdiler. Kral, avluda kadınlar ve çocuklarla ölümünü bekliyordu. Akhilleus, kiralın canını eskiden bağışlamıştı. Ama Akhilleus’un oğlu, herkesin gözü önünde yaşlı Priamos’u öldürdü.


Çarpışmalarda, yalnız bir tek Troialı komutan, Aineias canını kurtarabildi. Aineias, karısını, yaşlı babasını, bir de çocuğunu kaçırmak için evine koştu. Tanrıça Aphrodite, kendisini koruyordu. Evine gidince karısının ölmüş olduğunu gördü Aineias; babasıyla çocuğunu alarak Troia’dan kaçtı.


Aphrodite, Helena’nın da ölmemesini sağladı. Kurtulur kurtulmaz kıyıya koftu Helena, orada kocası kendisini karşıladı. “Hiç üzülme” dedi Menelaos, “seni birlikte götüreceğim.”‘


Sabah olduğu zaman, Aeya’mn en zengin şehri Troie’nın yerinde yeller esiyordu. Bir avuç kadın kalmıştı geride. Onlar da tutsak olarak Yunanistan’a götürülmelerini bekliyorlardı. İçlerinde en yaşlısı, kraliçe Hekabe idi. Priarnoe’un karısı, yere çökmüş, kendi kendine mırıldanıyordu:


Bütün acılar gelip beni buldu.

Ne kocam kaldı arkada, ne çocuklarım

Sarayımı yaktılar,

Ülkem yerle bir oldu.


Çevresindeki kadınlar da yaslıydılar:


Biz de acı çekiyoruz senin kadar.

Biz de bundan böyle tutsağız artık.

Çocuklarımız bağırıp sesleniyor:

“Anne, yalnız kaldım buralarda” diye

Karanlık gemilerle götürüyorlar beni,

Beni göremiyorum, anne” diye.


Kadınlardan yalnız Andrornakhe’nin oğlu sağ kalmıştı. Hektor’un kanat, kendi kendine, “Oğlum daha pek küçük; herhalde onu öldürmezler,” diye düşünüyordu ki bir haberci geldi yanma. Konuşurken üzüntülü olduğu belliydi;


Oğlun ölecek birazdan

Surlardan atacaklar onu.

Düşün, tek başınasın,

Tutsaksın, kimsen yok,

Cesur bir kadın gibi davran.


Habercinin dedikleri doğruydu. Kimi kalmıştı ki Andromakhe’nin:


Ağlıyor musun oğlum, ağlama.

Bilmiyorsun, neler bekliyor seni.

Nasıl düşeceksin, her yanın

Nasıl parçalanacak, bilmiyorsun,

Öp beni, bir daha öpemezsin.

Yaklaş yanıma biraz, öp anneni,

Seni doğuran, seni seven anneni.

Küçük kollarını dola boynuma,

Öp beni, öp dudaklarımdan beni.


Daha savaşın ne olduğunu bile bilmeyen çocukcağızı alıp, surlardan aşağı attılar. Kadınlar yavaş yavaş yolculuğa hazırlanmaya başladılar:


Troia yok artık, o yüce şehir yok.

Artık alevler kaldı yalnız arkada.

Tozlar yükseliyor,

Toz mu bu, duman mı yoksa

Hoşça kal çocuklarımızın doğduğu ülke,

Hoşça kal yüce şehir, yüce Troia.

Şimdi Yunan gemileri bekler kıyıda.


 

8 Mart 2016 Salı

Mitolojideki Yeryüzünün Önemsiz Tanrıları

Mitologyada adları en çok geçen iki yeryüzü tanrısı, DEMETER, (CERES) ile BAKKHOS (BACCHUS)’dur. Bakkhos, daha çok DIONYSOS adıyla bilinir. Bu iki tanrı ilerde ayrıntılarla anlatılacağı için, daha önemsiz tanrılardan söz açılabilir:


Hermes’in oğlu PAN, neşeli, gürültücü bir tanrıydı. Yarı insan, yan keçiydi. Başında keçi boynuzlan, ayaklarında da keçi tırnakları vardı. Çalılıklar, ormanlar, dağlar onun ülkesiydi; en çok, doğduğu yeri, Arkadia’yı severdi. Çobanları korur, nymphelerle danseder, kamıştan, kavalını durmaz çalardı. Hep âşık olurdu nymphelere,’ ama çirkin olduğu için her keresinde de geri çevrilirdi.


OILENOS’un, bazen Pan’ın oğlu, bazen de kardeşi olduğu söylenirdi. Şişman, yaşlı bir adamdı Silenos; ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğu için, hep bir eşeğin sırtında dolaşırdı. Şarap tanrısı Bakkhos’la dâ ilgiler kurmuştu. Bakkhos gençken ona çok şeyler öğretmiş, büyüyünce de yolundan ayrılmamıştı.


Bu tanrılardan başka, pek ünlü, pek sevilen iki kardeş daha vardı: KASTOR ile POLLUKS (POLYDEUKES de denir). Zamanlarının yarısını yeraltında, yarısını da gökte geçiren bu kardeşler, Leda’nın oğullarıydı; denizcileri korurlardı. Bazen, yalnız Polluks’un tanrı, Kastor’un da kardeşinin sevgisiyle yarı ölümsüzleştirilmiş bir insan olduğu söylenir.


LEDA, Sparta kralı Tyndareos’un karısıydı, iki çocuğu olmuştu ondan: Kastor ile Klytaimnestra. Kuğu kılığına girerek kendisiyle sevişen Zeus’a da ölümsüz Polluks ile Troia savaşının başkişilerinden ölümsüz Helena’yı doğurmuştu. Yine de, Kastor ile Polluks, mitologyada Dioskurlar (Zeus’un çocukları) diye bilinirler.


Troia savaşından hemen önce, Theseus, îason ve Atalante’nin zamanında yaşamıştı Dioskurlar. Kalydon avına, Altın Post’un aranmasına katılmışlar; Theseus, Heiena’yı kaçırdığı zaman kız kardeşlerini kurtarmışlardı. Polluks’un kardeş sevgisini gösterdiği Kastor’un ölümü öyküsü bir yana bırakılırsa, hiçbir Öyküde önemli değillerdir.


İki kardeş, bilinmeyen bir sebepten ötürü îdas ile Lyn-keus’un ülkesine giderler. Îdas, kıral Leukippos’un iki kızı yüzünden Kastor’u öldürür. (Pindaros, öldürme sebebinin îdâs’m sığırları olduğunu yazmıştır). Buna kızan Polluk3, Lynkeus’u bıçaklar; Zeus da şimşeğiyle îdas’ı yere serer. Kardeşinin ölümüne çok üzülen Polluks, kendi de ölmek için tanrılara yakarır. Zeus acıyarak, onun hayatının yansım Kastor’a verir:


“Vaktinizin yarısını yeraltında geçireceksiniz, Cennetin altın evlerinde yansını da. İki kardeş de bu olaydan sonra hiç ayrılmazlar; bir gün Hades’de, bir gün de Olympos’da otururlar”


Yunan yazan Lükianos’a göre, Kastor, Hades’deyken Polluks Olympos’da Polluks Hades’deyken de Kastor Olympos’da oturur. Lukianos’un bir yazısında Apollon, Hermes’e sorar:


“Niye Kastorla , Polluks’u birlikte göremiyoruz?”


“Birbirlerini öyle seviyorlar ki,” diye cevap verir Hermes, “kâdar birini öldürüp ötekini ölümsüz kıldığında, ölümsüzlüğü aralarında paylaşmaya karar verdiler.”


“Pek akıllıca bir iş değil bu, Hermes. Ne işe yatarlar ki… Ben gedeceği söylerim, sen habercilik edersin; ama bu ikisi, vakitlerini başıboş harcayıp giderler mi böyle?”


“Yok yok. Poseidon’un buyruğundadır onlar. Görevleri, tehlikede olan gemileri kurtarmaktır.”


“Hah şöyle. Bir işe yaradıklarına sevindim doğrusu.”


SİLENLER, yarı insan, yan at olan yaratıklardı. Dört ayaküstünde değil de, iki ayaküstünde yürürlerdi. Bacakları at bacakları, kulakları at kulaklarıydı; kuyruktan da vardii1 öykülerde yer almamışlardır, ama Yunan vazolarında resimlerine bol bol rastlanır.


SATYRLER de Pan gibi, yan İnsan, yan keçiydiler. Dünyanın yabanî bölgelerinde yaşarlardı. Görüldüğü gibi, bu tanrıların hepsi de çirkindir; ama korularda dolaşan tanrıçalar, periler güzellikte eşlerine az rastlanan yaratıklardır. Dağ nympheleri OREADLAR, ağaç nympheleri DRYADLAR, bu perilerin en önemlileridir.


Rüzgârlar kıralı AIOLOS da yeryüzünde otururdu. Ülkesi Alolia’ydı. Dört rüzgârı vardı: Kuzey rüzgârı BOREAS, Batı rüzgârı ZEPHYROS, Güney rüzgârı NOTOS ve Doğu rüzgârı EUROS.


Yeryüzünde yaşayan, ne insan ne de tanrı olan yaratıkların adları geçer mitplogyada. Bazıları şunlardır:


Yarı insan, yarı at KENTAURLAR. Bu yabanî yaratıklar arasında en uysalları KHIRON’du. Bakışları insanı taşa çeviren kanatlı GORGONLAR. Üç kardeştiler; üçü de kadındı. İçlerinde yalnız MEDUSA ölümlüydü.


Denizdeki adalardan birinde yaşayan SİRENLER. Sesleri, denizden geçen denizcileri ölüme çekerdi. Onları gören kimse geri dönmediği için Sirenlerin nasıl oldukları, neye benzedikleri bilinmezdi.


Kader tanrıçaları MOIRABAR. Bunların yerde mi, gökte mi Oturdukları kesin olarak bilinmezdi, Hesiodos, onların doğan bebeklere iyilik ya da kötülük dağıttıklarını ileri sürer. Onlar da üç kardeşti: hayat ipliğini eğiren KLOTHO, kader dağıtan LAKHESIS ve ölüm zamanında ipliği kesen ATROPOS.


 

5 Mart 2016 Cumartesi

Aineias’ın Serüvenleriyle İtalya Savaşı

Tiber ırmağı kıyısında bulunan Latium şehrinin kıralı Latinus’un Lavinia adında bir kızı vardı. Latinusün babası Kaunus’un ruhu bir gün oğluna gelmiş, “Kızını bu topraklardan kimseye verme,” demişti. “Buraya gelecek ilk yabancıyla evlendir onu. Kızınla birleşen yabancı, ileride büyük bir krallık kuracak burada.”


Onun için, bir gün adamlarından biri Latinus’a gelip de Latium’a yabancıların ayak bastığını söyleyince kral sevindi. Hemen haber yolladı yabancıların başkanına, kızını onunla evlendirmek istediğini bildirdi.


Ama Hera durur mu? Aineias’m Lavinia’yla evlenmek üzere olduğunu öğrenince Erinys’lerden Allekto’yu bu işi bozması için görevlendirdi. Allekto, önce Latinus’un karışı Amata’ya giderek, “Kızını sakın bu yabancıya verme,” dedi. Sonra Rutul’lerin kıralı Turnus’un yanma vardı. “Haberin olsun Tumus,” dedi, “Latinus, kızı Lavinia’yı Aineias adlı bir Troia’lıya veriyor.”


Bunun üzerine Turnus, ordusunu topladığı gibi Latinus Üzerine yürüdü. Orada kraliçe Amata’yla bir olup, Latium’Iulan kandırdı. Bir avuç Troia’lıya, savaşa hazır olmaları haberini yolladı.


Allekto bu kadarla kalmadı. Aineias’ın oğluna göründü bir gün. Onu peşinden sürükleyerek, bir geyiğin yanma götürdü. O çevrede yaşayan insanlar. Allekto’nun gösterdiği geyiği çok severlerdi. Aineias’ın oğlu nereden bilsin bunu, hayvancağızı öldürüverdi.


Bardağı taşıran son damla olmuştu bu. Latium’lular, Ruful’lerle bir olup Troia’lıların üstüne yürüdüler. Ünlü komutanlar vardı Tumus’un adamları arasında. Etrüsk’Ierin eski kralı Mezentios ile Volsci’ler kralı Metabus’un kızı Camilla, bu komutanların en ünlüleriydi.


Kalabalık düşman ordusuyla başa çıkamayacağını anlayan Aineias, düşüne giren Tiber ırmağı tanrısının öğütlerini tutarak. Etrüsk’lerden yardım istedi. Etrüsk’ler, Mezen tios’a diş biliyorlardı zaten. Başlarına onun kadar alçak bir kral gelmemişti daha. Tam onu öldürecekleri sırada Mezentfos kaçmış, Tumus’un yanma sığınmıştı. Bu yüzden, Aineias’ın yardımına koştular. Çarpışmalar birbirini kovaladı, topraktan sel gibi kanlar aktı, ırmaklar kızıla boyandı. Sonunda Turnus’un ordusu yenildi. Turaus da, Aineias ile yaptığı teke tek çarpışmada, Troia’lı kahraman tarafından öldürüldü.


Aineias’ın serüvenleri sona ermişti artık. Latinus, La-vinia’yla evlendirdi onu. Karı-koca mutluluk içinde yaşayıp Alba. Longa şehrini kurdular.


 

4 Mart 2016 Cuma

İbykos ile Leylekler, Kallisto, Khiron ve Linos

İbykos ile Leylekler


Ibykos, Isa’dan önce 550 yıllarında yaşamış bir şairdi. Şiirlerinden bazıları günümüze kadar gelmiştir.


Ibykos, bir gün Korinthos yakınlarında soyguncuların saldırısına uğrayıp öldürüldü, ölürken bir leylek sürüsü geçti başının üstünden. Ibykos, onlara bakarak, “Beni kimler öldürüyor, gördünüz. Öcümü alın,” dedi.


Bir süre sonra, Korinthos’taki açık hava tiyatrosunda oyun oynanırken havada leylekler belirdi. Onları gören seyircilerden biıi dayanamayıp ayağa fırladı: “Ibykos’un leylekleri bunlar. Onun öcünü alacaklar!” diye bağırdı, öteki seyirciler böylece, onun soygunculardan biri olduğunu anladılar. Suç ortaklarını da öğrenip hepsini öldürdüler.


Kallisto


Kallisto, Arkadia kıralı Lykaion’un kızıydı. Zeus bîr gün Lykaion’a yemeğe gelmişti. Nedendir bilinmez, kıral, tanrılar tanrısına insan eti yedirmeye kalktı. Zeus, bunu sezince küplere bindi Lykaion’ıı bir kurt yapıverdi.


Bir süre sonra Zeus, Kallisto yu ormanda avlanırken gördü; hemen tutulu verdi kızcağıza. Hera, Kallisto’nun Zeus’tan bir çocuk doğurduğunu öğrenir öğrenmez onu ayı biçimine soktu. Bununla da yetinmedi yüce tanrıça, ne yaptıysa, yaptı, Kallisto’yla oğlu Arkas’ı karşı karşıya getirdi. İsteği, Arkas’ın ayı biçimindeki annesini tanımayıp öldürmesiydi. Ama Zeus; daha çabuk davrandı. Kallisto’yu kaptığı gibi gökyüzüne, yıldızların arasına koydu. Aradan zaman geçti; Arkas da ayı kılığında annesinin yanına yerleştirildi. Birine Büyük Ayı, ötekine de Küçük Ayı adı verildi.


Hera, anneyle oğulun böyle yıldızlar arasına konduklarını görünce daha da öfkelendi. Gidip Pçseidon’la konuştu. Denizler tanrısı, Büyük Ayı’yla Küçük. Ayı’nın Öteki yıldızlar gibi denize inmelerini yasak etti. O gün bugündür, Kallisto ile Arkas hiç yerlerinden kımıldamazlar.


Khiron


Khirori, Kentaur’lardan biriydi; ama soydaşlarına hiç benzemezdi. Öteki Kentaur’lar gibi yırtıcı, azgın bir yaratık değil, bilge bir öğretmendi. Akhilleus ile avcı Aktaion, onun öğrencilerinden sadece birkaçıydı. Khiron üstelik ölümsüzdü de; “ama sonunda öldü. Onun ölümüne istemeyerek Herakles sebep olmuştur.


Herakles’in Kentaur’lar içinde Pholos adlı bir arkadaşı vardı. Bir gün Pholosun yanına gitti Herakles. “Çok susadım” dedi, “senin şu şarabından ver de içeyim biraz.”


Ünlü kahramanın içmek istediği şarap, Kentaur’ların ortak malıydı. Kendilerinden başka kimse içemezdi o içkiyi; ama Pholos dayanamadı, arkadaşına biraz şarap verdi.


Sarabil kokusunu alan bütün Kentaur’lar hemen geldiler. Herakles’ten öç almak, onu öldürmek istiyorlardı. Büyük bir kavga çıktı; Herakles hepsini yere serdi. Bu arada istemeden bir kenarda duran Khirbnü da yaraladı. Ne kadar uğraştılarsa iyileştiremediler Khiron’u; Zeus da böyle acı çektirmektense onu öldürmeyi daha uygun buldu.


Loto, Titan Phoibe’nin kızıydı. Zeus, onu görünce duramadı, -hemen çapkınlığını gösterdi. Bir süre seviştiler. Sonunda Leto’nun gebo kaldığını anladı yüce Zeus; karısının hışmından korkup zavallıcığı tek başına bıraktı.


Ne yapacağını şaşıran Leto, hangi ülkeye gittiyse yakınlık görmedi. Herkes biliyordu Hera’nın kıskançlığını; bu yüzden de kimse genç kadının kendi ülkesinde doğum yapmasını istemiyordu.


Leto, umutsuzluk içinde dolaşıp dururken dalgalarla rüzgârların oradan oraya sürüklediği yüzen bir adaya rasladı. Çorak bir adaydı bu, her yanı kayalarla örtülmüştü. Delos adındaki küçük toprak parçasından izin istedi Leto, “Gelip orada doğum yapabilir miyim?” diye sordu. Ada, kendisine kucağını açınca hemen adımını attı Delos’a. Tam o anda dört sütun yükseldi denizin dibinden, adanın artık kımıldamamasını sağladı.


Leto, iki çocuk doğurdu. Birine Artemis, ötekine de Phoibos Apollon denildi. Yıllar sonra iki çocuk Olympos’a çıkıp tanrılar arasında yer aldılar.


Linos


Apollon ile Psamathe’nin oğullan olan Linos, küçük yaşta annesi tarafından terkedildi. Çobanların arasında büyüyen Linos’u genç yaşta köpekler parçalayıp öldürmüştü.


Bir başka Linos dsiıa vardı; o da Apollon’un oğluydu. Orpheus’a çalgı çalmayı öğreten adamcağız Herakles’e ders verirken, kafası kızan kahramanlar kahramanı tarafından öldürüldü.


 


 

3 Mart 2016 Perşembe

Mitolojide Kabul Edilmiş Eski Roma Tanrıları

On İki Büyük Olymposluları, Romalılar da kendilerine tanrı olarak kabul etmişler, yalnız adlarını değiştirmekle yetinmişlerdir: Jüpiter (Zeus), Neptunus (Poseidon), Vesta (Hestia), Iuno (Hera), Mars Cares), Vulcanus (Hephaistos), Minerva (Athena), Venuş (Aphrodite), Mercurius (Hermes). Diana (Artemis). Yalnız Plüton ile Apollon’un adları değişmemiştir; ama Romalılar Plüton’a hiçbir zaman Had es dememişler, Şarap tanrısı JDionysos’dan söz açtıklarında Yunanca Bakkhos ya da Latince Liber kelimelerini kullanmışlardır.


Yunan sanatı ve edebiyatı ülkelerine girinceye kadar tanrıları renklenememiş, canlılık kazanamamıştır. Bunun sebebi, inançlarının değil, hayal güçlerinin zayıf olmasıdır. Güzel şiirsel tanrılar yaratmak diye bir kaygıları yoktu Romalıların, faydalı tanrı isterlerdi. Onlara ait öyküler yazmamışlar, onları dişi ve erkek diye bile ayırmamışlardı. Yalnız, günlük hayatlarında sıkı-sıkıya ilgiler kurmuşlardı tanrılarıyla.


En çok saygı gösterdikleri ölümsüzler BARLAR ile PENATLAR’dı. Her Roma ailesinin bir Lar’ı, birkaç tane de M Penat’ı vardı; bu tanrılar, yalnız o ailenin olur, kendilerine tapınaklarda tapınılamazdı. Bütün şehri koruyan Barlar ile Penatlar da bulunurdu ayrıca.


Etkileri daha geniş çevrelerde görülen Roma tanrılarının uzun bir listesi çıkarılabilir. Sınır nöbetçisi TERMINUS, bolluk yaratan PRIAPOS, sığırlara kuvvet veren FALES ve rençberleri, oduncuları koruyan SILVANUS en önemlileridir.


SATURNUS da önceleri o tanrılardan biriydi, ekincileri ve tohumu korurdu; karısı OPS, Hasat tanrıçasıydı. Sonraları Satumus, Zeus’un babası Kronos’la bir tutulmuştur. Böy-lece bir kişilik kazanan tanrıya dair birçok öyküler uydurulmuş, İtalya’yı yönettiği zamanları, Altın Çağ’ı anmak için yılda bir kere Satumalia bayramı yapmak gelenek haline gelmişti. Saturnalia sırasında eski Altın Çağ’ın döndüğüne inanılır, savaş kararı alınmaz, tutsaklarla efendiler aynı maşada yemek yer, ölüm cezaları geciktirilir ve herkese armağanlar dağıtılırdı. Eşitlik kavramının kaynağı Saturnalia’da aranabilir.


İyi başlangıçlar tanrısı IANUSyda kişiliği olan tanrılardandı; içinde biri gençliğini, Diri de ihtiyarlığını gösteren ikiyüzlü bir heykelinin bulunduğu baş-tapmağı Roma’daydi Günün başladığı ve bittiği yönlere (doğuya ve batıya) bakan iki kapısı vardı tapınağın; ülke barış içindeyken kapalı dururlardı. Şehrin ilk yedi yüz yıllık tarihi boyunca yalnız üç kere kapatılmışlardı: Kral Numa’nm zamanında, Hartaca İ. Ö. 241’de yenildikten sonra ve Augustus’un Roma’yı yönettiği yıllarda


Ianus’un ayı olan Ocak, yılın başlangıcı sayılırdı.


FAUNUS, Satumus’un torunuydu. Pan’la bir tutulan bu kır tanrısı geleceği söyler, insanların düşlerine girerdi.


Yunanlıların Satyrlerine karşılık Romalılarda da FAUNLAR vardı.


QUIRINUS, Roma’nın kurucularından Romulus’un tanrılaşmışıydı.


Yeraltındaki iyi Ölülerin ruhlarına MANLAR adı verilirdi. LEMURLAR da kötülerin ruhlarıydı.


Pınarları, kuyuları koruyan, hastalıkları iyileştiren, geleceği söyliyen sevimli, faydalı tanrıçalara CAMANAE denirdi. Romalılar Yunan tanrılarını kabul edince bu tanrıçaların yerini sanattan ve bilimden başka bir şey düşünmeyen Musalar almışlardı. Kral Numa’ya öğütler veren Egeria’nın da bir Camanae olduğu söylenir.


Yunanlıların nasıl Eileithyia’sı varsa, Romalıların da kadınlara doğumlarında yardım eden LUCENA’sı vardı. Lucina kelimesi, Iutto ile Diana’nın adlarıyla bağlı olarak da kullanılırdı. POMONA ile VERTUMNUS, bahçeleri, özellikle meyve bahçelerini koruyan Ölümsüzlerdi. Sonraları, Romalılar onları insan olarak düşünmüş, ikisinin birbirine âşık olduklarına dair öyküler uydurmuşlardır.


 

2 Mart 2016 Çarşamba

İstanbul’un Kuruluşuna Ait Efsaneler

Timaoş’un Oğlu İstanbul’un Kurduğu Şehir


Söylenegelen odur ki, bir zaman Diyarbakır’a, Batos ve Yuhanna adlı iki yiğit kardeş egemendiler. Batos kentin doğusunda, Yuhanna batısında otururdu. Yuhanna’nın Zeure, Batos’un Dûrre adlı güzel birer kızları vardı. Yuhanna, Dara kentinin kralı Mitaos’a elçiler gönderip kızı Meryem’i imledi. Meryem, güzel ve akıllıydı.


Gelin geldiği Diyarbakır’ın suyunu, havasını, boranlarını ve bahçelerini beğendi. Dadısından kente ilişkin bilgiler sordu, kimin kurduğunu öğrenmek istedi. Geçmişi bilen, geleceği tahmin eden akıllı ve olgun dadı şunları anlattı: “Ya Meryem, ilkin şunu öğren. Bu kenti, Yunan kentlerinden Anadolu kentlerine kadar ülkeleri alan Roma imparatoru Timaoş kurmuştur. Bu Timaoş’un ataları,  Hz. Ishak’a ve Hz. İbrahim’e kadar çıkar. Kudüs’te Beytü’l-Hikmet’i kuran da odur. Çok mala sahip olduğundan, yeryü-zündeki tüm kentleri almak dileğindeydi. Timaoş’un İstanbul adında bir oğlu vardı. İstanbul, babası Timaoş’a, yeni bir kent kurmak ve kendi adını vermek işleğini açıkladı.


Amacının, dünya durdukça adının unutulmaması olduğunu bildirdi. Timaoş oğluna izin verdi, sen bilirsin dedi. İstanbul, babasından bu izni alınca hazinesini açtı, ustalar, mimarlar getirtti. Altı fersah uzunluğunda bir sur yaptırıp kendi adıyla anılan büyük bir kent kurdu. Dört yıl padişahlık edip öldü. Yerine oğlu Koslantin geçti. Bu kez, yarım kalan kenti Koslantin tamamlattı. Bu nedenle kente hem İstanbul, hem KosIantin derler.


Kartalların Kurduğu Şehir İstanbul


İstanbul’un bir başka kuruluş efsanesi de Bizans İmparatorluğunun simgesi olan kartalla ilgilidir.


Derler ki, çok ama çok eski zamanlarda şimdiki İstanbul kentinin bulunduğu yerin her yanı tepeler ve ağaçlarla kaplıymış ve orada kimsecikler yaşamıyormuş. Karşı kıyılarda, o zamanlar Khalkedon (Kadıköy) diye bilinen yerde Büyük Konstantin bir kent kurmak istemiş. Bunun için de gerekli araç gereç ne varsa hepsini hazırlatmış. Tam işe koyulacakları gün bir de bakmışlar ki ortada ne araç var, ne de gereç. Hepsi de yer yarılmış yerin dibine geçmiş sanki. Bu işin nasıl olduğunu hiç kimse anlayamamış.


İkinci gün imparator yeniden araç gereç getirtmiş, ama bekçilerin bütün uyanıklıklarına karşın nasıl olmuşsa olmuş, onlar da ortadan yok olmuşlar.


Üçüncü gün imparator başka araç gereçler buldurup getirtmiş. Bu kez gece gündüz aletlerin başına nöbetçi dikmiş. Gündüz böylece olaysız geçmiş. Ama gece olunca bir de ne görsünler! Bir kartal ordusu gelip aletlerin üzerine çökmemiş mi! Kartallar ne var ne yoksa kaldırdıkları gibi o dağlık, ormanlık, insansız yere götürmüşler.


İmparator o zaman bu kartalları ilahi iradenin yönlendirdiğini, kentin de oraya kurulmasının istendiğini anlamış, Konstantiniye’nin orada yükselmesi için buyruk vermiş.


İmparatorlar, Tanrı tarafından gönderilen bu kuşların anısını yaşatmak için kartalı o günden beridir Bizans’ın simgesi olarak kabul etmişler.