17 Nisan 2016 Pazar

Viyana Kuşatmasından İki Günden Yansıyanlar

Wildungsmauer’de Konaklama


Sadrazam seher vakti yola çıktı. Üç saat sonra kahvaltı molası verdi. Sonra da otağına girdi. Orada kendisine Hamburg palankasında ele geçirilmiş bulunan on tutsakla iki yüz kelle getirdiler. Getirenlere hilat giydirildi ve bahşiş verildi.


Öğle namazından sonra Sadrazam adı geçen palankaya doğru bir at gezintisi yaparak burasını gözden geçirdi. İkindi üzeri otağına döndükten sonra da piyan kuruldu.


Bugünkü yürüyüş sırasında sağ ve sol yakalarda yirmi kadar yakılıp yıkılmış palanka gördük. Bunların görünürde temel duvarlarından başka hiç bir şeyleri kalmamıştı.


Akşama doğru Tatar Hanının gönderdiği Yalı Ağası ile İslâm Mirza, Viyana önlerinde ele geçirilmiş dört tutsakla birlikte geldiler. Tutsakların birisi alıkonuldu, öteki üçü Tatarlara bırakıldı. Getirenlere iki hilat giydirildi, ötekilere de bahşiş verildi.


Her şeye gücü yeten Allaha şükürler olsun, zaferin her gün yeni bir belirtisini gösteriyor. Din düşmanlarının yenilgisi ve yok edilmesi gün ışığı gibi açık seçik bir gerçek olarak belli oluyor.


Schwechat’da Konaklama


Güneş doğduktan yarım saat sonra Sadrazamın çıktı. Az sonra da kendileri hareket’ buyurdular. Beş saat yürüyüşten sonra konak yerine vardılar. Geldikten sonra daha yarım saat bile dinlenmeden, ağırlığı olmayan on bin atlıyla birlikte Viyana kalesini (6) bizzat gözden geçirmek ve metrislerin kazılacağı yerleri kararlaştırmak üzere yola çıktı. Şehrin önlerine gelindiğinde, bir kısım gözüpek İslâm askeri varoşa doğru hücuma geçti. Sekiz yüz gâvuru tepeleyip bir o kadarını da tutsak aldılar. Mallarıyla erzakları kaşla göz arasında yağma edildi. Sadrazamın huzuruna yüz elli kelleyle elli tutsak getirildi. O da Müslüman gazileri büyük bir cömertlikle mükâfatlandırdı.


Daha sonra Sadrazam, cennetmekân Sultan Süleyman’ın 936 Hicrî yılında Viyana’yı kuşatmak üzere buraya geldiği zaman büyük otağını kurdurmuş olduğu yeri gözden geçirdi. Bu yeri’ Hristiyanların Kıralı çok yüksek bir duvarla çevirmiş ve içine set set şahane bir bahçe yaptırmıştı. O zamanki Alman Kayzeri batıl inançlı Ferdinand, hatıra olsun diye tam otağı hümayunun kurulduğu yere çok güzel bir şato,  harikulade bir saray yaptırmış; çatısına Kurşun yerine altın kaplama bakırla kaplattırmıştı. Üstüne güneş ışığı vurduğunda parıltısı insanın gözünü kamaştırıyordu.


Ferdinand’dan sonra gelen krallar da buraya çeşit çeşit yüksek köşkler kurdurmuşlar. Sarayın içindeki sütunlar ile duvar kaplamaları renkli somaki taşından ya da beyaz mermerdendi. Sarayın önündeki bahçe çeşit çeşit çiçeklerle donanmıştı. Bu bahçede elma, armut ağaçları olduğu gibi, incirler, portakallar, hurma ağaçları da vardı. Fıçıların içinde ve saksılarda yetiştirilmiş bitkiler, limonlar, nadide meyva ağaçları, başka çeşit ağaçlar, selviler, palmiye koruları her yanı kaplıyor, yeşil yapraklarıyla duvarlar meydana getiriyorlardı. Bu yapraktan duvarlar iki mızrak boyuna kadar yükseliyordu.


Öyle ki, insan ne dışardan içeri sini, ne de içerden dışarısını göremiyordu. Burada eşine ender rastlanır bir ağaç yetiştirme yöntemi kullanılmıştı. Bu yöntemi o kadar güzel uygulamışlardı ki, sonunda ağaçları birer duvar haline getirmeyi başarmışlardı. Ağaçların hepsi istenilen boyut ve istenilen büyüklükteydi. Yanlarında ve tepelerinde öteki ağaçların üzerine bulunan tek bir yaprakçık bile yoktu. Bahçede ayrıca çeşitliliği sürüye vahşi hayvan da yaşamaktaydı. Karacalar, geyikler ve başka yırtıcı hayvanlarla kuşlar vardı. Bütün bu şeyleri yapmaları zordu. Sadrazam biraz dinlenmek için o yere gitti. Dilediği gibi gözden geçirip inceledikten sonra -. ikindi namazından önce yola çıktı ve ordunun konakladığı yere gitti.


Konak yerine varmak için bugün yapılan yürüyüş sırasında yolun sağında solunda kül yığını haline gelmiş on kadar köy ve palanka gördük. Daha ötede yol ırmağın sağ kıyısında bulunan küçük bir şehrin önünden geçmekteydi. Burasının gâvurların odun olduğu anlaşılıyordu. Sayılamayacak kadar çok yakacak odunu, kereste ve tahta bulunduğu gibi, bir hayli de değirmen taşı ve has ekmek unu vardı. Hepsi yakıldı. Aynı yol üzerindeki ne ırmak kıyısında yüksek duvarlı bir bahçe bulunuyordu. Kayzer in dinlenmesi ve eğlenme gir b.en^ı4ni hiç kimse görmemiş


Allaha hamd ve şükürler olsun ki, kahraman Sadrazamın Cenabı Hakkın emirlerine uyması sayesinde şimdi böyle bir ülkeye el atılmış ye buraları İslâm askerinin atlarına koşu alanı olmuştur. Tarih bilenlere gün gibi belli ve böylelerine başka bir delil göstermek gereksizdir ki, yoktan vari denli belirtileri şimdiye kadar daha hiç bir Kumandana hülasandan açıkça görünmemiştir.


 

3 Nisan 2016 Pazar

TÜRK MİTOLOJİ TARİHİ VE İNANIŞLARI

TAŞLAR


Genel olarak denilebilir ki, insanlar taşlara da tanrısal ve kutsal inanışlarla bağlanmış taşlardan şifa beklenmiş, bir takımlarının sihirli kuvvetlerinden medet umulmuş, Natüristlerce de tanrı tanınmıştır. Dokuz oğuz destanında: Buğu tekin’e rüyasında ak sakallı bir ihtiyar tarafından fıstık şeklindeki (Yeşim taşı) verilmiştir. Göç destanındaki (Kutlu kaya) da uğurlu bir taştı. Çinlilerin bu taşı Türk hakanını kandırarak götürmeleri (Göç) gibi büyük felâketlere sebep olmuştu.


Altaylı’ların kıyamet tasvirinde; denizin dibinde dokuz çatallı bir kara taş vardır. Denizlerin büyük çalkantılarla surları ayrılıp dipleri göründüğü zaman bu korkunç taş da görünerek dokuz yerinden ayrılacaktır. Yağmur taşı; yağdırdığı yağmurlarla, yaratıklara ve bitkilere hayat vermiştir.


Folklorda aldığı yere göre bazı taşlar çocuk doğurtur, bazıları da kısırlık yapar. Bir kadın çocuk doğurmak istemezse, taşı kırdırır, içinden alır, un haline getirir, cevizle karıştırır, yer. Artık bir daha çocuk doğurmaz. (Zümrüt taşı) denilen taşla da çocuğun kolay doğması sağlanmış olur. Doğurmakta zahmet çeken kadın, bu taşı sağ oyluğuna korsa hemen doğurur. Buhara taraflarında (Harezm taşı) denilen bir taş vardı. Bu, sihirli bir tastı. Kum hastalığına, mide zayıflığına ve idrar tutukluğuna İlâçtır. Bu taş suya atılır ve suyu içilirse, hasta iyileşir. Çiçek hastalığı da yine tasla tedavi edilir. Ancak, taşlar İçinde korkunç ve tehlikeli olanlar da vardır.


SULAR, SU DENİZ NEHİR GÖL KÜLTÜ


Suların akışından ve akarken çıkardığı seslerden de dinî ifadeler sezilirdi İslâmlık etkisi altında Yunus’un : Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu. Dediği gibi.


Folklora göre mübarek sayılan kuyular ve pınarlar ise çoktur. Terkibi bakımından şifa veren bazı sulara, ancak kutsal bir hassasının varlığı bakımından inanılır ve bağlanılırdı.


Bazı ölüler ve kurbanlar suya atılır, bunlar da su kanalı ile tanrılara ulaşmış olurdu. Nehirlere gelince; Altay Türkleri, hanlarının Khatum nehrinin kaynağında oturduklarına inanırlar, onun adına kurban keserek, kendilerine iyilik etmelerini yalvarırlardı. Kıpçak’lari ritiş ırmağını tanrı tanımışlardır. Yenisei’liler de Tom ve Kem ırmaklarını kutsal sayarlar.


Tamarmara nehrinin de Eti’lere göre Sulikatte adında bir tanrısı vardır. Kumarbi efsanesinde de Dicle nehri (Aranzah) adı ile bir tanrı olarak geçer. Müren denizi diye efsanelerde yer almış bir de denizden bahsedilir. Karanlıklara gömülü Kaf Dağının etrafı da kimsenin kıyışım görmediği bir denizle çevrilmiştir.


Göller içinde de efsanelerde en çok yer almış olan (Isığ) göl dür (I). Millî destanlarımıza göre, Türkler her tarafı dolaştıktan sonra bu gölün kenarına gelmiş, orada yerleşmişler, o civar Türk kahramanlarına uzun yıllar sahne olmuştur. Bu gölün etrafı ormanlar, otlak yerler, yüksek tepelerle çevrilmiştir. Suları da sıcaktır Bunun için Isığ göl denilmiştir. Kırgızlar da bu kutsal gölün etrafında yerleşmişlerdir.


Bars Han da Türklerin ana yurdu olan Isığ gölü her yıl törenle kutlardı. Bazı dağların başında bulunan (Volkanik) göllere de (Gök gölü) derlerdi. Bular da kutsal sayılır, At, Deve kurban olarak göle atılırdı. Sonraları bu hayvanların kâğıttan yapılmış olanları atılmaya başlandı.


AB-I HAYAT, YAĞMUR VE KAR YAĞDIRMAK, SUDAN ÇIKAN İNSAN VE YARATIKLAR


Yakın doğu milletlerinden gelen efsanelerde bir de Ab-ı Hayat vardır. Kutsal hassası olan Ab-ı Hayattan içen ölmez. Bu suyu kimse bulamamıştır. Kaynağı karanlıklardadır, ancak; Zülkameyn (İskender) ülkesini genişletmekte iken, bir yere gelmiş, o yerin insanları daha ileride bir denizin olduğunu, deniz aşılacak olursa karanlıklar diyarına varılacağını, orada; içenin ölmeyeceği bir su bulunduğunu haber vermişlerdi.


Bu seferde Hızır ile Ilyas ta onunla beraber bulunuyordu. Bu suyu gidip bulmaya karar verdiler, yola girdiler. Denizi geçtiler, karanlıklar diyarına vardılar. Zülkarneyn’in yanında karanlığı aydınlatan iki tane mücevher vardı. O, bunlardan birini Hızır’a verdi. Kendisi bir yola, Hızır ile îlyas’ta başka bir yola saptılar. Hangi taraf bu suyu bulursa, öbür tarafa haber verecekti. Hızır ile llyas epeyce gitmişler, nihayet acıkmışlardı. Yanlarında bulunan pişmiş balıkları bir su başında yemeye hazırlandılar, oturdular. O sırada Hızır ellerini suda yıkadı, ıslak ellerinden bir damla su, önlerindeki balıklardan birinin üzerine damlayınca, balık hemen canlandı, suya atladı. Balığın canlanması üzerine Hızır ile llyas aradıkları suyun bu olduğunu anladılar, bu sudan içtiler. Bunun için de ölmezler arasına katıldılar. Ama o sırada, bu suyu Zülkarneyn’e haber vermemeleri için görünmezlerden bir ses geldi. Bu ses üzerine Zülkarneyn’e bu suyu bulamadıklarını söylediler. Ölmezler arasına katılan Hızır ile îlyas ise, bundan sonra senede bir defa, sabaha yakın bir gül fidanı altında, yahut bir denizin kenarında buluşurlar. O güne (Hıdırellez) denilmiştir.


Ab-ı Hayat’a; Ab-ı Hayvan, Ab-ı Hızır, Ab-ı Câvidânî Ab-ı Zindeğani, Ab-ı Cevanî, Ab-ı İskender ve Ab-ı Beka gibi isimler verilmiştir. Tasavvufta ise Ab-ı Hayat, aşk çeşmesidir. Bundan içerek hakikî aşkı tadabilenler, maddî âlemin üstündeki ebedî varlığa kavuşurlar.


Ab-ı Hayat, Almanların Mirmir’i ve Hintlilerin Amrita’sı gibi sonsuz hayat veren içkilerdendir. Ancak bunlardan her birinin üzerindeki efsaneler başka başkadır. Yunan mitolojisinde de Nektar, içenlere sonsuz hayat verir.  Zeus, sevdiği Juventus adındaki peri kızını da nihayet kızarak bir çeşme haline getirmişti. O çeşmede kimler yıkanırsa gençleşir.